Ve artık sokakta hasta ruhlarla dolaşanları görmek gayet olağandı.


Kuvvetle bir hastalığa tutulmuştu genç kadın. Göğsünü mecalsiz bırakan hoyrat öksürüklerle boğuşuyordu. Solgun bakıyordu gözleri ve ümitsizce son demlerine geri sayıyordu kalbi. Hayat, uzun kalmak istemeyen bir komşu, son kez tutuyordu ellerinden uzaktan uzağa. Zaman, durmak istemiyordu artık hasta yatağının üzerinde. Hepsi hızla uzaklaşıyordu, hepsi kaçıyordu ondan. Etrafta onlarca mecalsiz ömür dolanırken vadesi dolmuş bu hasta kadına kimse tolerans göstermeyecekti. Ne hayat ne zaman ne de kaderi. Gecelerden bir zemheri, eceli olmaya sırasını bekliyordu sabırsızca.


    Saatler sonra (ya da sadece birkaç dakikaydı) 


Yalnızlık dahi denilemezdi. Yalnızlık için bile birilerinin yokluğuna ihtiyaç vardır çünkü. Peşi sıra aklına üşüşüyordu ardı arkası kesilmeyen uğultuları. Acı acı gülen, kuyudan gelir gibi boğuk ve kadını inleten uğultular. Yaklaşıp yaklaşıp çarpıyorlardı kadının yüzüne ve saçlarından  esip gidiyorlardı. Soğuğu hissetti. Parmaklarından akıp giden o içindeki soğuğu. Soğuk onu düşündürüyordu. Kimsesi yokken bile bunca elemi sırtına bindirmeyi nasıl başardığını, şanssızlığını düşündü. Ya insanlar olsaydı, ya daha fazla ve daha karmaşık ilişkiler kurmak zorunda kalsaydı. Hepsinin ortasından sıyrılmak, hepsini sevmek ve nefret etmek...  

Ne kadar zor ve yorucuydu. Şu hâline karşın o kalabalıktaki insanların bu uğultuyu duymadığı aşikardı. Nasıl oluyordu? Gürültünün içinde insanlar sağır oluyordu demek. Uzaklaştıkça fark etmişti.

  

Zaman, genç kadına düşünmesi için daha fazla fırsat vermedi. Üzerinden geçmeyi bir saniye geciktirmeyecekti. Zaman, acımasızlığına, peşinden zorla sürüklediği kadere ve hayata karşın son iyiliğini bahşedecekti. Buz kesecekti. Tıpkı ölüler gibi. Kadını uyuşturan soğukkanlılığı son anlarının kurtarıcısı ve tek şahidi olacaktı. Tüm hasta ruhlara verilmiş son hediye.