"Söz uçar, yazı kalır"mış. Huzursuz bir uykunun gece yarısı kalemi... Sahi, neyi yazayım ben? Lüzumlu gibi görünen lüzumsuz mevzubahislerin hikayesini kim dinler? Herkesin her zaman bol keseden sallayacak bir sözü bulunur. Hatta aralarında laf cümbüşlüğüne heves edinenler mi dersin... Sahiden dinleyen nerede? Yok, vazgeçtim buna talip değilim ben, bir arayışta değilim.
Hem baksana, dip köşe yalnızlık sandalyesi boynunu uzatmış, bana öylece bakıyor. Ben de es geçemiyorum, ne var ki? "Hadi gel, otur diyor, sıkı sıkıya kapat perdelerini, dışarıdaki hayat senden çok uzak." "Ee, ben de yakın olmak için hiç çabalamadım ki."
Kıyısında olduğunu bilmek hayatın,
biraz da afâki görmek her şeyi
ve her şeyden ötekileşmek
Yani en basit hali ile "özgürleşmek."
—Ben ötekiyim, ben özgürüm.
Sonra sessizliğin de üzerine bir sessizlik çöküyor. Ürkmüyor değil tabii insan. Oysa şu sığamadığım kırk beş metrekarelik odamda bir iki adım atmak ya da yazdığım şu defterin yapraklarını aralamak veyahut derin bir iç çekiş... Sanki tüm titizliği ile çalışan şu sessizliği alt edeverecekmiş gibi. Benim ne bunu sonlandırmaya hevesim ne de gayretim var. Ben de sessizliğin içine gizliden gizliye pusu kurmuş doğru zamanı bekliyormuşum. Sindiğim yerden henüz çok taze bir fikir çıkardı beni.
"Doğru zaman" yokmuş. Daha ziyade "anlar" varmış. Anlardan ibaret yaşadığımızı idrak edebilmem ne yazık ki çok uzun süremi aldı. Geç kaldım hissi uğrasa da arada, kovuyorum istenmediği yerden. Çünkü ben ne istediğimi biliyorum.
Nihayetinde yapabileceklerime dair bir hükmüm var elbette. Bir yandan sınırlarım da koyu çizgisini çekmiş, ben de burdayım diyor. Tabii ki oradasın, iradem seni mercek altına almış seyrediyor. Ben de müthiş bir ikilinin münakaşasını izliyorum. Şimdilik bir haklı ya da bir galip aramıyorum. Henüz çok taze bir fikir uğrayana kadar...