Sürekli düşünmekten çok sıkıldım. Çevremdeki herkesi ve her şeyi düşünmek. Düşünmek, yapmaktan çok daha zor, sıkıcı ve karanlık. İçimden, bir şeyler yapsam, diye geçiriyorum. Belki sokağa çıkıp insanların içine karışmak ya da bir yerde çalışmaya başlamak ama hayır! Ben mutsuz, umutsuz bir şekilde düşünmek zorundayım! Ben galiba düşünmek ve mutsuzluk adına yaşamak için doğdum. Aslında mutlu olmak için az düşünürsen, kısa süreliğine de olsa onu elde edebilirsin ama öteki taraftan, bu seni sonsuz bir hiçliğin içine hapseder. Mutluluk ya da ufak bir gülümseme... Hepsi çok uzaklardan bana gülümser ve başkalarıyla flört eder ama hayır, ben bir korkak değilim. Bana iki yol verildi: Ya hiçbir şey yapmadan dışarıdaki akıntının içinde bata çıka savrulacaktım ya da onlardan uzakta, kendimi soyutlayıp gerçeklere sürünecektim. Korkusuzca evet, korkusuzca! Eğer nefesini tutmayı bilmezsen öğrenemezsin, çünkü her bilginin derinliği vardır ve sen öğrendikçe, düşündükçe dibe doğru batarsın. Sonu olmayan, dibi görünmeyen bir derinliğe... Peki, ben ne biliyorum ya da bilmiyorum? Ne bildiğimi bilmiyorum. Zaten bunun bir önemi yok. Benim bir maskem yok ve bu yüzden dışarıya çıkamıyorum. İnsanların arasına karışamıyorum.
Şimdi buradan çıkıp biraz hava almam lazım. Dışarıdaki ışık, gözlerimi kısa süreliğine kamaştırıyor. Nehir akmaya devam ediyor. Karşımdaki manavdan bir adam çıkıyor. Tezgâhtarın yüzü gülüyor. Sokağın köşesinde akordeon çalan müzisyen, önündeki bozukluklara gülümsüyor. Kasap, dükkânın önündeki kedileri kovalıyor. Üstü başı pislik içinde sakallı bir adam, bağırarak şiirler okuyor. Az önce okuyamadığım kitap; bana, herkes hak ettiğini yaşar, diyor ama insan tam tersi, hak etmediğini yaşar. O yüzden iyi bir insan olup hak ettiğini düşündüğün şeyleri yaşamayı bekleme! Hak ettiğini düşündüğün şeyler için savaş ve gerekirse kötü ol! Ama bunu yapamazsın. Sen, kötü olamayacak kadar iyisin. Sokağa doğru adım atıyorum. İçimde bir şeyler buna izin vermiyor. Çekiniyor, istemiyor ama benim eve gitmem gerekiyor. Önümdeki kalabalık suya atlayıp bu sokağı geçmem gerekiyor.
İnsanlar hiç durmadan hayatın zaman algısıyla oynuyor, onu hızlandırıyorlar. Böyle durumlarda babamın ben bir şeyler yapmak istediğimde söylediği söz geliyor aklıma. ''Hayat hiç durmadan akıp giden bir nehir gibi önüne çıkanı ezip geçiyor. Yapabileceğin iki şey var, ya ayaklarının altından akıp gitmesini izleyeceksin ya da korkusuzca akıntıya atlayıp yüzeceksin ve öğreneceksin!'' Ben bir korkak değilim! O zaman akıntıya atlıyorum. Sokaklarda hiç belirlediğiniz adımlarla, belirlediğiniz yönde gidebildiniz mi? Ben hiç gidemedim.
Yolda hareket eden taşlara çarpmamak için sağ-sol yaparak sarhoş gibi bu iğrenç kalabalığı geçiyorum. Yüksek binaların arkasındaki yamaçtan yukarıya çıkıyorum ve şehrin iğrenç çığlığından uzaklaşmak için kendimi ormanın derinliklerine atıyorum. Attığım her adım, yerdeki yeni ölmüş yapraklarla birlikte bir anlam kazanıyor. Kurtuluşa doğru adımlar atıyorum. Kaleye, yani evime gidebilirsem bu savaşı zaferle sonlandırmış olacağım. Oysa burayı da çok seviyorum. Bu sesler beni hayal denizinin içine atıyor. Hepimiz hayaller içinde yüzmeye bayılmaz mıyız? Kurduğumuz bir dünya ya da kendimize yazdığımız bir rolü yaşamaya, kısa bir süreliğine de olsa gerçek hayattan uzakta daha güzel sesler ve ışıklar... Suda nefes alamayız belki ama hepimiz hayallerimiz arasında yüzen balıklar değil miyiz? Hayaller denizinde hayat aşkıyla tutuşan sigaralarımızın büzüştürüp soldurduğu ciğerlerimize, hiç alamadığımız kadar derin nefesleri çekebiliriz. Akıp giden hayallerimin kıyısındaki dalgakıran evim! Artık sonu yokmuş gibi gelen bu solgun ormanda kaybolamıyorum çünkü gereken küçük oyunu biliyorum.
Hayatta ''asla'' dediğim her şeyi kesinlikle yapıyordum. Bu yüzden yapmak istemediğim, yapamadığım ya da yapmak zorunda olduğum şeyler için ''asla yapmam'' diyorum ve sonunda kesinlikle yapmak zorunda kalıyorum. Mesela; bu çok sevdiğim ormanda kaybolursam, bu ormandan asla çıkamam, yolumu asla bulamam, diyorum kendi kendime. İçimde minik mutluluk kıvılcımları bir anda büyüyüp yükseliyor ve içimden dışarıya taşıyor. Beni terk edip adımlarıma yol gösteriyor. İçimdeki tüm kıvılcımların üstüne buz gibi su döküyor. Ben de ıslak bir köpek gibi ''yapmam, yapamam'' dediğim şeyin yollarında yürümeye başlıyorum ama bu herkes için değişmez bir kural. Herkes kendi düşüncelerini kelimelerle ağzından uçurup tek tek gökyüzündeki mavi karanlığa doğru bırakırken vicdan ya da toplum hayatının bize bahşettiği açıklanamayan ama var olan duyguyla birlikte bir kelime daha mavi karanlığın içine doğru süzülüverir, tüm her şey unutulabilir ama o çıkan kelime, diğer tüm kelimeler arasında parlayarak bir deniz feneri gibi insanların, sizin tüm bedeninizin altında yatan bir kusurun yolunu bulmaya yardım eder. Tüm kelimeler söylenir ama o, bir kusur gibi uzaklarda, mavi karanlığın içinde deniz feneri edasıyla yanıp sönmeye devam eder. Hatta siz dünyadan sıkılıp terk ettiğinizde bile sönmez. Orada göz kırpmaya devam eder o.
Asla: Bu parlak, kusurlu kelime, dudakların arasından dışarıya bir göz attıktan sonra geri dönüşü olmayan bir lanetin içine girersin. Hem de mükemmeliyetçi görünen kusurlu insanların lanetine... Çünkü insanın kusurlarından biri de başarıları görmek yerine onu irdeleyip, altındaki kusurları ortaya çıkartıp başkasının başarısızlığını görme hazzını yaşama isteğidir ama çoğu şunu bilmeden, bunu yapmak için iştahı yerinde bir kedi gibi başarının etrafında dolanıp ellerini yalıyor. Hâlbuki insan ''asla yemem'' dediği her şeyi, bir gün tatmak zorunda kalıyor. Bunu, o sevmediği yemeğin ardından ağırlaşan vücuduyla şekerleme yapmak için yattığı yatağında fark ediyor. Ben de bunu kullanıp, şehre inmek zorunda olduğum zamanlarda ''asla gitmem'' diyorum ve kendimi kalabalık bir sokağın ortasında buluyorum. Aslında bu, benim ve hayatın arasındaki küçük bir oyun. ''Bu ormandan asla çıkmam! Çıkmak istemiyorum! Gerçekten çıkmak istemiyorum.'' Bunu birkaç kez tekrarladıktan sonra önümde duran tüm ağaçlar, önümden çekilip bana yol gösteriyorlar sanki. Kuşlar, en güzel şarkılarıyla bana yolu tarif ediyor; rüzgâr, gitmem gereken yönde kuvvetlice esip beni eve doğru savuruyor. Bir süre gölgede yürüdükten sonra parlak güneşin aydınlattığı toprağa basıp evin bahçesine giriyorum ve her şeyi unutuyorum.