Başka bir boya ustasının, hatta boyayı yapan ustanın dahi tekrar yakalamasının çok zor olduğu mavinin bir garip tonu ile boyalı odasının duvarları, onu çepeçevre kuşatmıştı. Bakmayın, mavi renk her ne kadar en huzur verici renklerden olsa da yaklaşık 300 küsur gündür aynı odada kalan birisi için mavi için söylenecek en son şey, en huzur verici renk olduğudur. Aslında bu 300 küsur günlük hapis hayatına benzer hayat, iradi bir karar olsa da insan kendi verdiği kararlardan pişman olmayı ta ilk insandan beri sürekli tekrarlamaktadır. Pişmanlık, insanı sürekli kovalar. "Hayatım boyunca yaptığım hiçbir şeyden pişman olmadım." diyen insanlar kesin olarak yalan söylüyordur. Çünkü insan dünyaya pişmanlık tarafından kovalanmak için gelmiştir ve pişmanlık insanı yakaladığında onu ya daha derin başka pişmanlıkların kuyusuna atar ya da kemalât noktasında zirvelere taşır. Misal bu satırları okuyan birisi, en nihayetinde ya okuduğuna pişman olacaktır ya da okumadığına. Ve dahi yazan da ya yazdığına ya da yazmayı bıraktığına. Hasılı, insan pişmanlık tarafından kovalanmaya gelmiştir dünyaya. Nokta.


Saatin kaç olduğunu bilmiyordu, bilmesine de gerek yoktu. Zira yetişmesi gereken bir işi, sözleştiği bir kişisi yoktu. Uyanmıştı, sigarasını yakmış, “kettle”ın düğmesine basmıştı ve su kaynadığında, bardağa önce sıcak suyu koyacak, sonra kahvesini atacaktı. Eğer önce kahveyi bardağa atıp sonra suyu koyarsa kahve yanardı. Bunu öğreneli çok olmamıştı ama öğrendiği bu şeye inanmaya çok hazırdı. Hemen inandığından mı, yoksa gerçekten böyle olduğundan mıdır bilinmez, bu şekilde hazırladığı kahveler, daha önceki kahvelere göre daha lezzetliydi. İnsan böyledir işte. İnanmak istediği şeye inanmak konusunda çok iyidir. Bütün mesele, insana inanmak isteyeceği şeyi verebilmektedir. Bunu dünya üzerinde en iyi yapan, politikacılardır. Yaşadığı ülkede de bu politikacılardan epey vardı. Dışarıda inanmak istediği şeye inandırılmış milyonlar vardı. O da onlardan biriydi aslında. Tek fark, diğerleri bir parti programına inanmayı tercih etmişlerdi, kendisi de kahvenin bu şekilde yapılmasının lezzetini artırdığına. Kahvesinden bir yudum, sigarasından bir fırt daha alıp balkona çıktı.


Balkon; boyu 4 metre civarında, eni 150 santimetre kadar olan küçük bir matematik hesabı ile işte 6 metrekarelik bir uzay aracıydı. Uzay aracıydı çünkü kendi dünyasından başka dünyaya çıkması, balkona çıkması ile aynı ana denk geliyordu. Balkonun korkulukları alüminyumdan yapılmış ve 50x50’lik temperli camlar ile estetik bir hale getirilmişti. Camlar füme renkliydi. Belki de bu balkona montaj edildikleri günden beri hiç ama hiç silinmemişlerdi. Yağmur ve rüzgarın iş birliği ile temizlendiği kadar temizdi. Tabiat, kendi dinamiklerinin birbiri ile koordineli çalışması ile temizlik yapan bir iyilik meleğiydi. Yağmur yağarken rüzgar esmesi ya da rüzgarla beraber yağmurun çiselemesi. Evet. İşte bu harika iş birliği, kendisi gibi temizlik konusundaki üşengeç bireyler için bir iyilik hediyesi değildi de neydi?


Hangi ay ve hangi günde oldukları konusunda kesin bir bilgisi yoktu. Ruh hali ve hayatının gerçeği, şairin, "…haberim olmasa hiç perşembeden, pazartesiden…" dediği gibiydi. Ama hava, balkonda oturmayı tercih edeceklere, tepelerindeki yalancı güneşe aldanmaları halinde, bir hastalığa yakalanmalarının pek mümkün olduğunu söylüyordu. Tercihi de insanın kendisine bırakıyordu.


Sigarasını ve kahvesini eş zamanlı bitirip mutlulukla ilgisi olduğu yine şairlerden birisi tarafından vurgulanan kahvaltısını yapmış olmanın mutluluğunu hissettiğinde, şairin haklı olduğunu düşündü. Balkondan eve girip mutfağa doğru hareketlendiğinde kapı çaldı.

Kapısı en son çalındığında, gelen, iki kat alt komşusunun orta üçe giden oğlu Atakan’dı. Atakan, annesinin evde olmadığını, sırasıyla apartmandaki tüm dairelerin kapısını çaldığını söyleyip kim kapıyı açarsa ona zoraki bir misafirliğe geldiğini söylemişti. Evet tam olarak bu şekilde anlatmamıştı olayı ama onun ne anlattığının ne önemi vardı. Kişi ne anladıysa, karşısındaki ona onu anlatmıştı neticede…


Bu olayın üzerinden tam olarak ne kadar geçtiğini hatırlamıyordu, eh zaten hatırlamasına da gerek yoktu. Ama zil sesini duyar duymaz aklına Atakan gelmişti. Acaba yine annesi onu mecburi bir misafirliğin koynuna mı atmıştı diye düşündü. Ve kapıyı açtı.


Kapıyı açtığında karşısında 1.60 boylarında, kumral, renkli gözlü ve gözlerinin içi gülen bir genç kız ve hemen onun yanında 1.80 boylarında kirli sakallı; siyah gözleri, kalın çerçeveli bir gözlüğün arkasından donuk şekilde bakan bir genç erkek vardı.


Kız, “İyi günler, rahatsız ediyoruz kusura bakmayın, müsaitseniz bir anketimiz var. Arkadaşımla ben öğrenciyiz ve anket doldurarak harçlığımızı çıkarmaya çalışıyoruz.” diyordu. Erkek olan, elindeki anket kağıtlarını doldurulmaya hazır hale getirirken bir yandan da ceplerindeki kalemi arıyordu. Kız, konuşmasına devam ediyor ve "Anketimiz, yaşadığımız şehrin sosyokültürel hayatına ilişkin birkaç sorudan oluşuyor. Anketin hazırlanmasını şehrimizin belediye başkanı sayın..." kız daha cümlesini bitirmeden “Kusura bakmayın,” dedi, “müsait değilim, şu an cevaplamam gereken başka sorular var.” diyerek kapıyı gençlerin yüzüne kapattı.


Tam olarak onu bu şekilde kabaca davranmaya iten şey galiba “belediye başkanımız” cümlesini duyması olmuştu. Siyasetten ve siyasetçilerden oldum olası nefret etmişti. Siyaset, işleri daha karışık hale getirmekten başka bir şey vadetmiyordu ona göre. Siyasi partileri ayakta tutan şey; sorunları çözmek değil, sorunları başka sorunlarla çözmekti. Hani bir baca tamircisi usta, yetiştirdiği çırağına, işini düzgün yapmasını ama kusursuz yapmamasını tembihlerdi ya. Çırak da neden diye sorduğunda, bacaların bozulmaya, bizim de onları tamir ederek para kazanmaya ihtiyacımız var gibisinden gayet ahlaksız bir öğretisi vardı ya. İşte siyasetçiler de eğer sorunları çözerlerse onlara bir daha neden gerek olsundu? Siyasetçiler de bunun çok farkında olduklarından dolayı, sorunları çözmeyi değil, sorunları yeni sorunlarla çözmeyi ilke edinmişlerdi.


Neyse, en azından kapı zilinin melodisini tekrar duymuştu. Yaşanan şeyin tek olumlu yanı buydu. Yaşadığı hayata küçük bir değişiklik katan o gençlere, gıyaben teşekkür edip tuvaletin yolunu tuttu. Bugün keyfi yerinde olsa gerek, tuvaletin yolunu tutarken şu şarkıyı ve içine gizlediği espriyi mırıldandı.


"Her gece yatmadan önce, her sabah aç karnına…"


Hınzırca gülümsedi kendi yaptığı espriye. Hiç şüphe yok ki bu şarkı cümlesindeki esprinin ne olduğunu herkes hemen anlayamazdı. Olsun, zararı yoktu. Ne demişti Oğuz Atay, "Beni anlamıyorlardı, zararı yok, zaten beni daha kimler anlamadı…"


...


Devam edebilir,

etmeye de bilir.