Kapının, ardımdan sıkı sıkıya kapandığından emin olduktan hemen sonra, koşar adım merdivenlerden aşağı indim. Binanın iç holünde bulunan aynada kendimle yüzleştim. Hiçte görmek istemediğim birini görmüş olmanın verdiği zorunlulukla yansımama bir baş selamı verip oradan ayrıldım. Sokakta benim dışımda kimseler yoktu. Yol boyunca şöyle hafifçe kıvrılıp, yürümeye devam ettim. Kulaklığımda en sevdiğim şarkının melodileri eşliğinde kaldırım taşlarını bir bir adımlıyordum. İyi ki dedim içimden; iyi ki kapılar var. Az önce evin içinde olan biten ne varsa kapının diğer tarafında kilitli kalmıştı ve ben hiçbir şeyin olmadığı tarafta, her şeyi ardımda bırakarak yoluma devam edebiliyordum. Dışarıda olmak iyi gelmişti. Hem neydi o öyle günlerdir evin içerisinde kendimle baş başa kalışlarım...

  

Yağmur başlamıştı, iyice keyiflendim. Evde bıraktıklarımı düşünmemeye çalışıyordum fakat kendimi yanımda getirdiğimi henüz fark etmemiştim. Bu kısacık anda yaşamı iliklerime kadar hissetmiş olmanın verdiği haklı gururla omurgamı düzelttim. O sırada cılız bir tıkırtıyla hafiften irkildim. Sesin geldiği yöne doğru başımı çevirdiğimde bir kediyle göz göze geldim. Ne olduysa o andan sonra oldu. Daha fazla bu oyunu sürdüremeyeceğimi anlamıştım. Omuzlarım düştü. Kafasının yarısı çöpteki spagetti makarnanın salçasının içinde, birkaç yaşında olduğunu varsaydığım sarı bir sokak kedisi tarafından gafil avlanmıştım. Sanki bir süre önce kapatıp, alt üst kilitlediğim kapı, içerdekilerin dışarı çıkma arzusuyla zorlanıyor gibi hissediyordum. Kediye doğru gayri ihtiyari pist diye seslenip adımlarımı hızlandırdım. İzimi kaybettirmek için elimden geleni yapmalı ve beni yakalamalarına izin vermemeliydim. Kapı dilinin, boşlukta git gel yaparak çıkardığı o metal ses, sanki kaburgalarımın altında bir yerlerde yankılanıyordu. Müziğin sesini duymaz olmuştum. Havada iyiden iyiye bozmaya başlamıştı. Hay aksi, kedide peşime takılmış beni takip ediyordu. Her varlık için durum aynıydı; ben ona pist demiştim, o pisi pisi anlamıştı. Yine karşımdakinin idrakının ötesine geçemedim.

 

Nefes nefese kalmıştım. Arada sırada arkamı dönüp kedinin hala peşimde olup olmadığını kontrol ediyordum. Peşimdeydi... Acaba, bu kedi bir metafor olabilir mi, diye düşündüm. Az önce dört duvar arasında bıraktığım her şeyi bu kedi olarak resmediyor olabilir mi Tanrı? Acı bir tebessüm yerleşti yüzüme, demek bu kadar çaresizdim. Birde narsist! Şu hale bak; kendi halindeki bir hayvanın, dilediği insanın peşine takılma özgürlüğünden bile bir pay çıkarıyordum. Kendime kızmanın yanında, halime üzülmüştüm. Sokakta ben, kedi ve yağmur dışında kimsecikler yoktu. 

   

Bacaklarım yavaş yavaş titremeye başlamıştı. Yüksek bir tepenin ortalarında bir yerlerdeydim. Şehir, bulutlar, binalar, yollar... Hepsi gayet güzel bir çember içinde ve bütün halinde uyumla karşımda duruyordu. Ben ise etrafa saçılmıştım. Bir kedinin bakışlarındaki pençeler bedenimi parçalayıp ruhumu yürüdüğüm sokaklara dağıtıyordu. Canım acıyordu; yoksa yanıyor mu demeliyim? Kediye de üzülmeye başlamıştım. En olmayacak adama denk gelmiş ve peşine takılmıştı. Üstelik yağmur da yağıyordu. İkimizde iyice ıslanmıştık. Belki de ben onun için şuan bir seçenek değil, zorunluluktum. Malum etrafta benden başka kimse yoktu. Yine saçmalaya başlamıştım ki; tiz bir miyav beni kendime getirdi. Sanki; sessiz sakin yemeğimi yer bir saçak altında kuru ve sıcak bir şekilde oturabilirdim, ama seninle birlikte yürümeyi tercih ettim diyordu. Gülümsedim, eğilip kulağının arkasını kaşıdım. İyice sırnaşmaya başlamıştı. En başında kabullenip başını okşamalıydım diye geçirdim içimden. Kucağıma alıp evin yolunu tuttum. 

  

Dönüş, daha bir ağır geldi. Kapı açılmış, çocukken gazoz kapaklarını düzlemek için kullandığım bütün taşlar içime oturmuştu. Adım atmaya mecalim yoktu. Bir de kedi... Neyse... Yol, neyi düşündüğümü takip edemeyecek kadar uzun sürdü. Düşüncelerim pis, yapış yapış balçıktan; üstelik kapı da hiçbir şeyi içeride tutmayı başaramamıştı. Çok yorulmuştum, üşümüştüm ve ıslaktım... Bir de kedi... Neyse... Etrafa saçılmış parçalarımı toplayarak evimi bulmaya çalışıyordum. Oysa ne ben Hansel idim, ne de yere saçılanlar ekmek kırıntılarıydı. Cılız bir tıkırtıyla hafiften irkildim. Sarı bir kedi, çöpün içerisinde, spagetti, salça... Şiddetle sarsılmam gerekiyordu. Yani olması gereken tam olarak buydu. Sakince durdum, bir bıçak beynimin loblarını birbirinden ayırdı. Kaburgalarıma bir çatırtıdır çöktü. Yağmur, bir anda başımdan aşağı kaynar sular halinde dökülmeye başladı. Yutkunamadım, korkuyla kollarımın arasındaki kedi bildiğim ağırlığa baktım. Onca zaman peşimden gelen ve şuan kucağımda taşıdığım bendim; bir başkası değil. Sevilmemişliğim, yalnızlığım, çocukluğum, olduramayaşım, savaşım bir bütün halinde ve uyumla... Bunun bir tür aydınlanmamı yoksa başka bir şey mi olması gerektiği konusunda ayrım yapamadım. Yere de bırakamadım yükümü... 

  

Bina girişindeki aynada yüzüme bakmadım, merdivenleri ağır ağır çıktım bu sefer. Kapı, yenilmiş bir general edasıyla duruyordu karşımda. Anahtarımı çıkarıp, böğrüne sapladım. Birkaç tur döndürüp elimle iteklerken kulağına ikimizden başka kimsenin duymayacağı bir ses tonuyla seni affediyorum diye fısıldadım. Ardımdan sıkı sıkıya kapandığından emin olduktan sonra parkelerin üzerine yığılıp, parçalarımı birleştirmeye başladım.