Aylar sonra buluştuk. Daha önce de yıllar sonra buluşmuştuk. Şimdi daha iyi anlıyorum. Aramıza zaman dahil hiçbir şey giremiyor. Yine de bir şekilde sekteye uğruyor zaman.


''Nasılsın?'' diye sordu.


Yine heyecandan yarım yamalak öpmüştüm yanaklarını. Halbuki doya doya öpmek isterdim. Onu öperken hep kokusunu çekerim içime. Bunu istemeden yapıyordum. Bir gün fark ettim. O günden sonra hep isteyerek yaptım.


Kasıklarını öpmek gibi.


''İyiyim,'' dedim, ''Sen nasılsın?'' Hafif bir tebessüm etmek suretiyle gözlerimin tam içine baktı. ''Teşekkür ederim.'' dedi.


''İyiyim'' veya ''kötüyüm'' dememişti. Nasıl olduğu belirsizliğini korudu. ''İyidir.'' diye düşündüm.


O asla renk vermez.


''Neler yaptın görüşmeyeli?'' diye sordu. ''Bende pek bir değişiklik yok,'' dedim, ''Bolca okudum, çokça izledim, gerektiği kadar yaşadım. Sen anlat asıl, sende ne var ne yok?''


Onunla aramızdaki en büyük ve en güzel fark buydu işte, o yaşıyordu, ben ölüyordum. Hastalıktan falan değil öyle. Yaşamak aynı zamanda ölmektir ya; o yaşam kısmını almıştı, ben ölüm.


''Bildiğin gibi.'' dedi.


Bilmiyordum ki. Tahmin edebilirdim elbette. Sevdi, sevildi, savaştı, yenildi. Ve yine bir aradaydık işte. Gözlerinin tam içine bakmak suretiyle tebessüm ettim. Bir şey demedim.


İlkokulu Behramağa'da okudum, Bakırköy'de. Çocukluğuma dair o yılları hala özlemle hatırlıyorum. Yan tarafta lise vardı. Topumuz yan tarafa kaçarsa ''Abi top, top, top.'' diye bağırırdık.


Belki de bir abla atardı bize topu.


İki okulu bölen duvarlar Çin Seddi gibi gelirdi o zamanlar bana. Benzetmeme aldanmayın, Çin Seddi nedir bilmezdim. Yıllar sonra okulumu ziyaret ettiğimde her şey gözümün önünden geçti. Okul birincisi nasıl olunur farkında bile değilken ''Neden okul birincisi olamadım?'' diye ağlamıştım. Üst sınıflardan bir kız, adı Hatice, eve dönüş yolunda servisteyken üstüme kusmuştu. Herkes onunla dalga geçmişti ama ben tek kelime etmemiştim, çok üzülmüştüm haline. ''Az ye bir dahakine şişko.'' demişlerdi kıza.


Böyle işte. Ne kadar üzülsen de herkesin travması kendine.


Yıllardır Bakırköy'de takıldığı bir bar vardı. Birlikte ilk gidişimizden beri Bakırköy'ün yeri yine bir başka oldu içimde.


Çocukluğum ve o.

İlkokul ve bar.

Ben ve yarım kalan hikayelerim.


İçimi dökmek istiyordum. Karşımdaydı işte. Ne düşündüysem, ne hissettiysem anlatmak istiyordum. Gece vakti kalkıp Beylikdüzü'nde kutu kutu evler içerisinde sokak sokak yürüdüğümü, "dağıtmam lazım" deyip gittiğim Kadıköy'de güneşi göremediğim günleri, her konuşmamızın son olacağı kaygısıyla nefes alamadığım anları. En çok da İzmit'i.


Rutubetli soğuk bir oda.

Sıcak, sımsıcak bir yatak.


Ama anlatamadım.


Benimkisi bir görev gibiydi. Onu mutlu etme görevi. Sanki bana ihtiyacı varmış gibi. Ama kimsenin kimseye ihtiyacının olmadığı bir dünya korkunç gelmiyor mu kulağa?


Belki kendim gibi olsam hiç çekip gitmezdi. Ben bile kendimi kabullenememişken onun yanında nasıl kendim olabilirdim? Utanmadan? Onun yanında, o kim isterse o oluyordum.


Olmuyordu.


Aslında ikimiz de biliyorduk. Asla olmayacaktı. Gittiği yere kadar gidecektik. Sadece gittiğimiz yerlerin anlamı farklıydı. Benim için bu ''gittiği yere kadar gitmek'' hayatın sonu olabilirdi. Onun içinse anlamı farklıydı. Onun için "gittiği yere kadar gitme"nin anlamı neydi?


Bilmiyorum.