"Benim olmayan bir acının içindeyim. Bu acı, tanıdık değil. Bu acıdan zevk duyanların tam karşısındaydım. Şimdi bu acıdan acı duyuyorum ve… İşte tam karşımdayım."


Metroda oturduğum koltuğun karşısındaki camdan yansımama bakıyorum, gördüğüm gözler içimdeki bir yerleri rahatsız ediyor. Kafamdaki sesler… Sesler utanmamı söylüyor. Aradan duyulan çığırtkan sesim… Benim sesim… Benim… Onları susturmamı emrediyor. Ben yansımama bakıyorum. İçim rahatsız oluyor. İçimdeki rahatsız oluyor.


Son durak.


Tüm yolcular en sondaki kapıya doğru ilerlemiş, kapının önüne yığılmışlar. Kapı açılacak ve otobüs durağına en yakın olanlar onlar olacak. Acıyorum onlara. Bir otobüsü kaçırmamak için sürü gibi gözükmeyi kabul ediyor görünüyorlar. Oysa ben… Ben… Ben… Alaycı gülüşümle kendimi susturuyorum. Hakkım mı var benim konuşmaya?


Solumda duran direğe tutunup kalkıyorum; ağır bir çuvalı kaldırmakla eş değerim -ya da ağır bir çuvalla. Bilmiyorum. Yorgun adımlarla ilerliyorum en yakınımdaki kapıya. “Dıın!” sesi duyuluyor ve kapı açılıyor. Çıkıyorum, karşıdan geçen metronun rüzgarı esiyor ve saçlarım yapışıyor yüzüme. İstasyonda yoğun, yüksek ve gıcırtılı bir ses. İşte tam da sırası çığlıklarımın. Tam şu anda bağırabilir, haykırabilir, boğazımdaki damarları ortaya çıkarabilir ve kıpkırmızı olabilirim. Bağırabilirim ve ağzımdan çıkabilir siyah, dumanlı, iğrenç yaratıklar. Sonrasında durulabilir ve en güzel gülümsememi takınabilirim. Omzuma astığım çantamı düzeltir, tüm hafifliğimle otobüse yetişmek için hızlı adımlarla yürüyebilirim. Metro duruyor. Ben bağırmıyorum.


Ben hiç bağırmadım.


Ben hiç bağıramadım.


Yöneliyorum istasyonun çıkış merdivenlerine. Hafif değilim. Hiç değilim hem de. İlerlemeliyim. Bir seçim yapmam gerekiyor. Yürümemeyi seçemiyorum. 


Ben hiç seçmedim.


Ben hiç seçemedim. 


Bir kadın yaklaşıyor yanıma. Yardıma ihtiyacım olup olmadığını soruyor. Sırtımı istasyondaki geniş çaplı sütuna dayadığımı, yavaş yavaş çöktüğümü, bacaklarımı uzatıp yöneldiğim noktaya eğik başım ve şaşkın –hayır, yılgın gözlerle baktığımı o an fark ediyorum.


İyiyim, diyorum. Teşekkür ederim.


Gülümseyip gidiyor kadın. Ne tatlı, ne ince kadın! Acaba başka kaç kişi gördü beni bu hâlimde? Acıdılar mı bana? Korktular mı yoksa? Bazıları da görmemiştir hayatlarının telaşından. Mesela bir adam vardır, o beni görmüştür, deli kadın demiştir, sonra gitmiştir, otobüsüne yetişip yaşlı teyzeye yer vermiştir. Belki mavi bir yağmurluğu vardır bu adamın. Saçları biraz uzun –tıraş olmaya dahi vakti olmadığından, adam çünkü- adamın siyah beyaz ekoseli gömleği, bir de mavi kot pantolonu vardır. Ayakkabıları eskimiştir. İyi aile babasıdır toplumca. Yememiştir, yedirmiştir karısına da çocuklarına da. Ama bir kez olsun sormamıştır çocuğuna, gününün nasıl geçtiğini. İyidir ama, ayakkabıları eskimiştir.


Nasıl oturduğumu bilmediğim yerden kalkıyorum zeminden destek alıp. Yöneldiğim yöne yürümeyi seçiyorum, yerseniz. Yürüyen merdivene bakıyorum, kısacık. Belki on basamak. On basamak için yürümemeyi tercih edenlere bakıyorum, gencecik. Ben basamakları kendi adımlarımla çıkıyorum. Gurur duyacağım bir şeyler yapmanın gururuyla. Görüyor musunuz? Merdivenin basamaklarını çıkıyorum. 


Otobüs durağı, istasyonun hemen çıkışında. Durağa ilerleyip sıraya geçiyorum ve açık havanın ciğerlerime kadar ilerlemesine derin bir nefesle izin veriyorum. Yürüyüşüm normal, rüzgarda saçlarım normal, normal bir kadınım artık. İstasyondaki kadın değilim. Tercihler yapan, otobüs sırasına giren, akbili hep ucu ucuna yeten, yaşlılara yer veren bir kadınım. Şimdi otobüsüm gelecek, ona binip evimin iki sokak uzağındaki durakta ineceğim. Yol üzerindeki fırından sıcak sıcak, dokununca iştah kabartan ekmeklerden üç tane alacağım. Fırındayken ekmeğin fiyatına da söyleneceğim. Eve gidip çocukların okuldan gelmesini bekleyeceğim.


Otobüs geliyor. Cüzdanımdan otobüs kartımı çıkarıyorum. Onay sesini duyduktan sonra ekranda, kartımın içinde kalan son 35 kuruşun bildirimini okuyorum. Ona bakıyorum. Normal kadın. Bakıyorum. Bakıyorum. Arkamdaki teyzenin sırtıma dokunmasıyla bakmayı bırakıyorum. Ama bakmak istiyorum. Bir kez olsun, dilediğim yere, dilediğim kadar bakmak istiyorum. İyi misinler olmadan, sırtıma dokunulmadan, ne yardım ne darbe dokunuşlarıyla! Durun diyorum, durun! Düşünüyorum!


Sırtıma dokunan elin sahibine dahi bakmadan ilerliyorum otobüsün arka taraflarına. Merak bile etmiyorum bu buruşuk elin buruş buruş olmuş uzantılarını. Ne fark eder? Ben bir ân olsun geriye dönsem, artık ne fark eder? 


En arkadaki koltuğa oturuyorum, en köşede, her zamanki gibi. Önümde orta yaşlarında bir adam, telefonundan izlediği komik olmayan videoların ne kadar da komik olmadıklarını kanıtlamak ister gibi açıyor sesini telefonunun. Gözlerimi kapatıp başımı cama yaslıyorum. Donuk bakışlarım ve ürkütücü olduğunu düşündüğüm gülüşümle başımı uzatıyorum adamın yanından. Ekrana bakıyorum. Sonra ona dönüyorum. Ne kadar komik değil mi, diyorum. Kapat şu aptal şeyi! Kapat!


Camdaki başımın titremeye başlamasıyla otobüsün kalktığını fark ediyorum. Otobüs iki metre ilerliyor, duruyor, bir metre ilerliyor duruyor. Dışarıdaki manzaraya bakıyorum ve sıkışmış trafiği görüyorum. Seviniyorum. Vaktim var. Üzülüyorum. Çünkü vaktim var. Öfkeleniyorum- kahretsin, çok vaktim var.