"Herkes bir yerlerde genç kalmıştır."


Herkesin gözlerinin içine tek tek keskin bakışlar atıyordu.

Bir sofranın ortasında siyah fanus, içinde ölmüş balıklar, etrafında kimliksiz yazarlar. 

"Çünkü herkes bir yerlerde genç kalmıştır." diye yineledi söylemini ayaktaki yazar, herkesin dikkatini tekrar üzerine toplarcasına bir sesle. 

O esnada masanın baş köşesinde, göz altlarımın mazgallarından sarkıyordu yaşlılığım. 

Oysaki ben senin dizlerinde çocuktum anne, kendimden öteydim. 

En büyük servetin üstüne kıvrılıvermiştim Smaug gibi, habersiz. 

Baskı baskıyı arttırdı, işlediğim günahların yaptırımları tüm zenginliğimi yıprattı. 

Özgürüm evet ve özgür kalacağım. 

Fakat bedenimin içinde hapisim bu yazarlarla. 

Anladığım gerçek şu ki, özgürlük sadece gerçeğin yarısından ibaret ve raydan çıkmış bir özgürlük yozlaşmaktır anne, haklıydın. 

Haklıydın, ne dörtnala koşmak, ne dört duvara tıkalı kalmak ruhumuza özgürlüğün özünü tam manasıyla tattırabilirdi. 


"Herkes bir yerlerde genç kalmıştır. Bundan sonrası korkular ve alışkanlıklarla geçen mekanikleşmiş günlere mahkum. 

Bunu biliyorsunuz ancak kendinize itiraf edemiyorsunuz. 

Korkaksınız! 

Belki bir şey olur, hayatımın seyri değişir, belki biri olur diye bekliyorsunuz kırkınıza kadar. Kırkı geçince de sefil, ezik hayatlarınıza alışmış, tıpkı bir kaldırım pisliği gibi ezilmeye razı olacaksınız.

Bunu biliyorsunuz içinizde bir yerlerde ancak kendinize itiraf edemeyecek kadar korkuyorsunuz. 

Oysa cesurlar kendilerinden ödün vermez, tetiği çekerler. 

Fakat siz cesur değilsiniz, kendinizi kandırmayın. 

Siz Napoleon gibi stratejik hatalara kurban gitseniz de şanlı bir ölümden kaçarsınız. Tıpkı onun namuslu, emirlerin dışına çıkmayan, kararsız, korkak yardımcı subayı gibi. 

Siz Cicero gibi demokrasi uğruna ölümü göze almaz, üzüm bağlarında şarap içip ahmakça ölümü beklersiniz. 

Tanrı cesurları sever ancak kendi adına yapılmayan cesaret gösterisini ateşe verir. 

Ee o zaman elimizde ne kaldı? Nihai gerçek teslim olmak mı? 

Artık kabul etmeliyiz ki, hayatın nihai anlamı, anlamı olmamasıdır dostlar. Bunu aramak zaman kaybından başka ne getirdi bize? Hangimiz nihai anlam arayışında fayda görebildik? Aksine bunun peşinde koşan birçok insan, büyük bir cüretle, bu uğurda, bu dünyada, nihayetinde hapis bedenlerinden ayrılırken boş çukurlara girdiklerini fark edip derin bir acıyla ölmediler mi? O zaman biz kimiz ki rüyalara inanıyoruz? Tanrı'nın suçluları cezasız bıraktığı dünyada ödül bekliyoruz?"


Sofraya çaresiz bir sessizlik hakimdi. 

Umutsuzluk masada oturan herkesin suratına sert bir tokat atmış gibiydi. 

Tek bir dudak bile kıpırdamadı. 

Çünkü yazarı ne yazık ki haklı bulmuşlardı. 


"Hepimizin hayatında, insanın ayaklarının yerden kesildiği, rüyada gibi geçen, damarlarında akan kanın kıpırtısından gıdıklandığı bir dönem olmuştur. 

Bu doğru. Bazen birisini sevdiğimizde olur, bazen bir işi başardığımızda veya bir acıdan kurtulduğumuzda. Çok küçük bir zaman dilimidir, tıpkı bir kelebeğin ömrü gibi. Sonrasında bu dönem geçince yüzümüzde flaş patlar. 

Hayatın korkunç tarafı yine her köşede, küstah bir paparazi gibi ezikliğimizi, korkaklıklarımızı, yaşamın içinde silinen varlığımızı alay ede ede fotoğraflamaya devam eder, toprakla tanıştırana kadar."


Kafamın içinde konuşan ve her cümlesiyle sanki bok çukuruna saplandığım bu kibirli fakat bir o kadar da haklı olduğunu düşündüğüm yazara karşı bir şeyler yapmak istiyordum. 

Haksız sayılmazdı belki ama o kim oluyor da güneşe her baktığımda göğsüme bir yumruk indirme cüretini gösteriyordu? 

Evet ölecektik. Suratımızı saran ince deriyi kıskaçlarıyla parçalayacak küçük Samsa'lara öğün olacaktık. 

Annem anlatmıştı bu hikayeyi. 

Hikayenin sonunda yüzüme bakmıştı. 

Korkmuştum belki de ilk kez. 

İlk kez ciddiyetle ölümü düşünmüştüm. 

Gülümsedi. 

Sekiz yaşındaydım ve annemin tek bir tebessümünde öğrenmiştim cesareti. 

Şimdi senin o vakur cesaretin, en sevdiğim manzaram olan esmer güzelliğin hangi Samsa'nın midesinde anne? 


Karşı gelmeliydim ayaktaki yazara. 

Elbette bu kendime karşı gelmekti. 

Ancak insan önce kendine karşı cesur olmalı. 

Her şeyin bir diyalektiği varsa beni çaresizliğe vakumlayan bu lağım ağızlı ama bir o kadar da cüretkar adama karşı cesaretimi toplamalıydım. 

Zira cüretkarlık cezasız kalmaz ve cüretkarlığın cezasından kurtulmanın yolu daha büyük bir cüretkarlıktır. 


Sigarasının izmariti dudaklarında gidip geldikçe nemlenmiş olan bir başka yazar, masanın ortasında duran siyah fanustaki ölü balıklara bakıyordu. 

Sonra gözlerini yavaşça ayaktaki yazara çevirdi.

Bakışları Cabanel'in ünlü tablosundaki meleği andırıyordu. 

Genzini temizledi. 

Montana tarzı oturuşunu bozdu. 

Ayağı kalktı, kaşları çatıktı. 

Sakince etrafı süzdü, yavaşça kaşları gevşedi. 

Dudakları iki taraftan mandalla asılmış gibi bir hal aldı ve bir anda kahkahayı patlattı.

Daha demin bütün umutları vampir gibi emen yazar, anlamsızca karşısında kahkaha atan adama bakıyordu. 

Adamın kahkahası epey sürmüştü. 

Masanın etrafındaki herkes şaşkınlıkla adama bakıyorlardı. 

Biraz kendini toparladı. 

Kıkırdar bir sesle. 

"Hayat her şeye rağmen yaşamaya değer." 


"Dostlar! 

Yaşamın anlamını biliyorum.

Kendi içinde anlamı olan her şey ama her şey yaşamın ta kendisi.

Yaşamdaki en basit nükteler elmaslarıdır saniyelerimizin. 

Mesela daha demin hatta şimdi, ciğerinize doldurduğunuz o nefesin bir gün dünyadaki tüm elmaslardan daha değerli olduğunu anlamalısınız. 

Açın gözlerinizi! 

İyi dinleyin!  

Şu adam konuşurken uçup giden elmasları düşünün. 

Böyle söylemleri hayatınızda tutmanın sonu ne olur size söyleyeyim; pişmanlık, korkaklık, nihayetinde elmaslarınız ayaklarınızın altındaki coğrafyanın kömürü olur. 

Değeri bilinmeyen her lütuf felakete dönüşür. 

Ancak unutmamalı ki felaketler mucizelere gebedir.

Onları tutmayın ama kaçamayacağınızı da kabul edin. 

Acıdan kaçınılmayacağını kabul edin. 

Acı, anlamına yenilir.

Korkudan kaçınılmayacağını kabul edin. 

Korku, kaybetmekle yenilir. 

Sonunu düşünen sonunu yaşayamaz, sonunuzu sevin. 

Ki zaten her şey kaliteli bir cenaze için değil mi? 

Her gün peşinden koştuğunuz şeyler, yapmak isteyip de yapamadığınız şeylerin altında biriktirdiğiniz korkularınıza hislerinizle karşı gard almayı öğrenin. 

Bilirsiniz, ilk yumruğu atan genelde kazanır. 

Ki zaten ilk yumruğu atmamak aptallıktır, sırtınız duvardayken.

Yani galaksinin çıkmaz sokağı olan bu dünyada kaçacak yerin yoksa korkmanın bir anlamı var mı? 

Evet, doğru, bu beden bir hapis. 

Ruhumuz sığmıyor bazen içimize. 

Yozlaşıyoruz, korkuyoruz, kaybediyoruz belki de bir zamanlar şu balıkların yaptığı gibi. 

Fakat her sabah güneşe uzun uzun bakmak, her eve gelişte yatağına kendini bırakmak, mesela bir kitabın karakterlerini kafamızda kurduğumuz bir sahnede oynatmak, Beşiktaş'a giden vapurun esintisi, maviliği, müzisyeni... 

İşte yaşamın nihai anlamı böyle sıradan ve mükemmeldir sadece. 

Biz meraklı ve hırslı madenciler onu aramalıyız. 

Anlam değişse bile kaybolmamalı yüreğimizde. 

Yani kocaman, ufuksuz bir denizin ortasında bir balina avcısıyız ve mühim olan balinayı yakalamak olmamalı. 

Mühim olan onun nerede olduğunu hissetmek, peşinden gitmek."


Dedi ve yerine oturdu yazar. 

Herkes şaşkınlıkla ve biraz da umut dolu bir tebessüm ile dinledi. 

Açıkçası hoşuma gitmişti. 

Evet, yaşama sorular sormaktansa yaşamın sorularını cevaplamak, sorunlarıyla sorunlanmak... 

İşte insanın bu dünyada yapabileceği en iyi şey bu olmalı. 

Belki de bir rüyaydı sadece veyahut kabus, bilmiyorum. 


Sence hangisi, anne?