bir elinde viski bardağı, ötekinde ise birkaç saniye sonra o bardağı dolduracak şişeyi tutuyordu; bu sabahın lacivert olacağından bahseden bir şişe. bir savaş olacak ve akacak kan lacivertin ardından doğan güneşin altında yavaş yavaş daha da parlayacak demekti. sağ kalmayı umuyordu. daha önce bu savaşa en ön sıradan çokça katılmış biriydi ve bu şekilde öğrenmişti: sağ kalmayı ummaktan başka bir şansı yoktu. aklı, bu savaşta ezilen taraf olmuştu hep. her zaman olduğu gibi yine aksi bir sonuç çıkmasını umuyordu. çünkü kalbinin savaş sonunda yaptığı zafer dansı onu nefessiz bırakıyor, göğsünün üstünde koca bir ilçeye kentsel dönüşüm emri çıkartıyor; ilçe sakinlerinin açtığı dava sonucunda mahkeme sürüncemede kalınca da geriye moloz yığınından başka sadece yarısı ayakta kalmış gecekonduları ihtiva eden, taşınması güç bir ağırlık yüzünden bitkin düşüyordu. sigarasına uzanmadan hemen önce bir iç çekti ve ayağa kalktı. evde kimse yoktu, biliyordu bunu, ama hala biraz yalnızlığa susamış hissediyordu ve bu yüzden odanın tavanından kısa bir mesafede duran süslü avizenin ışığını söndürdü; masanın üzerinde duran masa lambasının loş, sarı ışığına sığındı. sonra pencere kenarına yürüdü, orada biraz mırıldandı, sigara dumanından arka arkaya tam on sekiz halka yaptı ve ardından müzik çalarında biraz arandıktan sonra arkaya pixies'in doolittle albümünden on üçüncü şarkıyı seçti. taşlar daha fazla ısınmadan bardağını yarısına kadar doldurdu, sigarasından bir nefes daha aldı. kül tablasındaki boşluğu el yordamıyla buldu, sigarasını bırakırken son nefesinde yanan dudağı adına seri bir “ananın .mı!” çektikten sonra buyurdu:


-haydi o vakit, benim için iyi olan kazansın!


böyle küçük şakaları olurdu bazen.