Vakitlerden bir aralık gecesi, bense zamansızlığın bağrında iklimsiz bir çırpınıştım. Dört kişilik masada bir varlık alanı kaplıyor, şu güzel deniz havasıyla bir garip fikir dünyasına kendimi kaptırıyordum. Yahu diyordum kendime, şu denizde ne hayaller kuruldu ve unutuldu. Seni kim, ne hatırlayacak; hayattan diğer herkesin hak edemediği ne umuyorsun da küskünsün dünyaya? Hem bu masa neden böyle sallanıyordu, onca masa varken gelip neden bu yarım masaya oturdun?


“Baban da böyleydi. Nerede yamalanacak bir yer var, onu bulur sonra sayıklanıp dururdu.”

Başımı sallayıp bir hışımla bu düşünceyi kafamdan attım. İnsanın kendine kurduğu tuzakların haddi hesabı yoktur. 


O vakit karşımda İhsan'ın suretini gördüm.


 "Ne istersin ağabey?" 

 

 “Her zamankilerden, getir bir şeyler."


İhsan'ın yüzünde bir anlayışın gölgesi geziniyordu. Seçimler bir hummalı hastalık gibi göründü bir an için gözüme, ne diye sürekli terazinin bir kefesine yaslanırdı ki insan, diye sayıkladım. Dünyada bütün terazileri kaldırıp özgürlüğe kavuşma ihtiyacı duyuyordum. Gözüm pencereden sızan manzarada, kendim bir adım geride öylece oturuyor ve eylemsizlikten kendi fikir payımı alıyordum.


Bir ay öncesi zihnimde geziniyordu. Hatırlamamak ihtimali ne zordu. Bir hastalık olmuştu önceleri. Sevdiğim insanları dallarından tek tek döktüren bir rüzgâr esmişti. Acının iklimi sertti. Mezarlar önüme yığılmıştı, bense kendi toprağımı anılar bahçesinde fark etmeden deşmiştim. Bir insanın öldüğünü evinin kapısında asılı kalan paltoyu görünce anlayacağını söylerlerdi, evime döndüğümde o hırkada asılı duran benim güzel çocukluğum; anamınsa yitip giden hayatıydı. Bir çukur açılmış, insan denen varlık bütün kederlerini ve sevinçlerini o çukura bırakmıştı; geride kalansa üzerinde anıların heybetini taşıyan kederli bir hırka ve ocakta kalan, asla tekrarı yapılmayacak olan çorbanın hüznüydü. Sanki o çukurda ben de bir parçamı yitirmiş, çocukluğumun en güzel yanını bir toprak parçasına yem etmiştim. Aynı yaşamın özünden var olduğum fakat bir o kadar zıttı olduğum bir insan gitmiş, dünyamınsa bir parçası eksilmişti. İnsan denen varlık birbirinden tamamen kopuk fakat bir o kadar da birbirine bağlı zincirlerle yaşamaktaydı.


Önceyi düşündüm. Zamanın berisinde bıraktıklarımı, güzel ve sakin fakat o zamanlar bana boğucu gelen çocukluğumu. Okuldan koşarak gelip bir sofraya oturmanın mutluluğunu düşledim. Dünyam küçüktü, hayatımın ekseninde dönüp dolaşıyordu fakat dönülecek bir yer, ait olunacak bir sofra vardı. Çürük bir merdiven ve tavanı akan bir çatıydı ulaştığı yer; oysa o benim yaşamımdı. Bir diz vardı dokunduğum, bir ses vardı öfkesinden ve kederinden korktuğum. O kederde ve öfkede bulabileceğim bir ben vardım.

 

İhsan önüme rakı ve birkaç meze bırakıp sessizce uzaklaştı. 

 

 Denizi evvelden gelen rüzgârlar okşuyor, bu okşama onda ahbaplıktan gelen hafif bir heyecan uyandırıyordu. Sanki bütün hayat bu adaya tesir ediyor, bu adada birikiyor ve burada sonlanıyordu; bütün ülkem, bu küçük, dünyaya deniziyle sırtını dönen küskün toprak parçasından ibaretti. İşte aynı rüzgâr, işte aynı taş toprak; işte hayatın o güzel, ak yüzü ve o kesif tatsızlığı... Ekmek parası için didinen insanların çehresinde aynı usanış, elleri halat bağlamaktan taşlaşmış balıkçıda aynı hayat endişesi vardı. Gariptir ki bu bende bazen hınç bazen şefkat uyandırırdı, bazıları "Ne diye didinip duruyorsunuz, siz de gün gelecek ve öleceksiniz!" diye haykırmak gelirdi içimden; bazılarıysa yaşamın güzelliği o nasırlı ellerde barınırdı. Güzel olduğu vakitlerde kendi kendime öfkelenişime darılır, yahu hovarda adam, sen ne anlarsın yaşamın tadından tuzundan diye kendimle bir garip tezatlığa düşerdim. Sonra o tezatlıktan yüz bulur, aynı öfkeli hâlle hayata tekrar ters yüzümü gösterirdim. Oysa mesele bütün bunlarda değildi. "Huzursuz adamın tekisin." der dururdu anam. O vakit daha çok huysuzlanıp denizin taşkınlığına bürünür, rüzgâra bir öfkeli çırpınışla bağırırdım. Beni terk eden her şeye razıydım. Yeter ki öncenin yükünü taşımak zorunda kalmayayım. Sonraysa sırtıma bir yırtık, cepsiz palto gibi uzanmasın; donar kalırım dünyanın soğukluğunda. Balıkçının elleri hep çirkin, ölümse hep o ellerde kalır; kendimle tezatlaşacak yüz bulamam. İnsan bir rüzgâr, anılar bir deniz olsun; önce ve sonra olmasın, zaman tek bir dokunuşa bürünsün ve kimse unutulmasın. Bir dokunuş yeter olsun var kalmaya, bazen taşkın bazen durgun olsun; şu küskün ada gibi dünyaya sırtını dönsün fakat dünya yine aynı halleriyle içinde bulunsun. Anam ölsün fakat sonra bir ben kalmasın şu ıssız meyhanede, şu bacağı kırık, dört kişilik fakat bir varlıklık masada. O kalsın, ben gitsem de kendine unutulmayacak bir yer bulsun. Fakat hayatın çarkları şu deniz ve rüzgâr için nasıl gelişiyorsa, insanı çiğneyip atmaya da mahkûmdu. Gerisi bir garip hayal dünyası, biçare varlıkların sonlu sayıklamasıydı. 

 

Dayanamadım, bir çırpınışla hesabı ödeyip kaçtım güzel adamın bağrına. Karanlığı örtünmüş, unutulmuş bir kadındı şimdi o; gelecek tana gözlerini dikmişti fakat tan bazen hiç gelmezdi. Denizin kıyısına koşar adım gittim, arkamdan tanıdık bir seste kendi ismimi duydum fakat durmadım. Adamın kıyısında durdum. Rüzgâr hafifçe tenime dokundu ve gökyüzü örtüsünü üzerime uzattı. Önce oydu, önce bu adada barınıyordu ve bu adada son bulacaktı fakat sonrası, ben olmayacaktım. Heybemde ne kadar var, kalabilirsem o kadar insan olacaktım. Rüzgârın dokunuşuna uzandım ve dünyaya sırtını dönen güzel, çocuk huylu toprağımın küstüğü yere daldım.