Uzak diyarların birinde bir adam yaşıyordu. Adı sanı bilinmez. Herkes ona “Hiç” derdi. Onu tanıyan yaşlı gelmiş görmüş geçirmiş insanların anlattığına göre kimse hiç olamazdı ama yanılmışlardı o hiçti nereden geldiği bilinmez, ne yaptığı görülmezdi. 

Hatta bazı rivayetlere göre yemek bile yemezdi.  Bunları da ancak Hiç olan biri yapabilirdi. 

Hiç ’e sorulunca: Nereden gelir nereye gidersin?

Cevap hep aynıydı.

H- Bir bilinmezden gelir bir diğer bilinmeze giderim.

S- Ne yer, ne içersin?

H- Bana ikram edileni yer. Edilmeyeni sormam.

S- Peki ne iş yaparsın sen?

H- Gücümün yettiğini yapar, yetmediğinde şükür edip bırakırım.

S- Gönlün sefahat istemez mi?

H- Gönlümün gördüğü benim için sefadır. O sefaya hizmet en büyük mutluluğumdur.

H- SİZ SÖYLEYİN EFDENDİLER! Ne ister gönlünüz?

C- Bizim gönlümüz gariptir. Biz de olmayanı ister. 

H- Yoksa siz de bazı meczuplar gibi elinizde avucunuzda ne varsa o yola koyanlardan mısınız?

C- İsteğin için elindekileri o yola koymak neden meczupluk olsun. Biz o yolda hırsla, istekle yürürüz.

H- Ya yol doğru değilse? Bunu nasıl bilirsiniz?

C- Bilemeyiz. Onu yolun sonunda görürüz.

H- İşte bu yüzdendir benim “Hiçliğim.” Ben bana verilene tamah ederim, verene şükür ederim.

Yolumun cefası varacağım lezzetten mahrum edemez beni.

Sizin gönlünüzün sahibi nefsinizdir. Benim gönlüm Hiçtir.

Ve “Hiç” her şeyden fazladır. Ezelden ebede yolu yolumdur. Bu yola baş koymak boynumun borcudur. Ben ezeli bilmem benim yolculuğum ebededir. Yolda ki arkadaşım “Hiçtir.” 

Çünkü “Hiç” ezelden gelir.