Acı. Çiseleyen yağmur. Acı. Çamurda çıkan ayak sesi. Acı. Yanından geçen kadından gelen sigara ve ağır parfüm kokusu.
Birkaç bin adımdan sonra kalenin tepesine tırmanmıştı. Bir kere bile arkasına dönüp geldiği yolu ölçmemişti. İnsan huzuruna giden yolda arkasında bıraktığı acıya bakmazdı zaten, en azından o öyle yapmıştı.
Hemen hemen bir metre kadar yükseklikteki duvara tek seferde çıktı. Rüzgar dengede durmasını zorlaştırıyordu. Sanki o bile bir an önce işini bitirmesini istiyordu.
"Meraklanma, ben de en az senin kadar bunu istiyorum." dedi dilini dişlerinin arasına kaptırarak.
Buz kesmişti. En sevdiği kazağı vardı sadece üzerinde. Öldükten sonra gideceği yere o beyaz kumaşı değil de bu kazağı götürmek istemişti. Boş bir istek olduğunu o an anlamıştı. Zaten ne önemi vardı ki, aldığı nefesi bile bırakmak üzereydi.
Kimse yok muydu sahi ona, dur yapma, diyecek. "Değmez," dediğini duydu sonra onun. "Sen hiçbir şeye değmez olduğunu düşünüyorsun, bense hiçbir şeye değmez olduğumu. Hatta seni bile hak etmiyorum." dedi ve üzerindeki en sevdiği kahverengi kazağını çıkartıp kenara attı.
Sonra bir kadının çığlığını duydu. Elinden tuttup kalenin tepesine çıkardığı küçük kızının gözlerini kapatıp "Toplumun ahlakını bozdular. Bakma kızım bakma." diyerek arkasına baka baka uzaklaştırdı küçük kızı.
O söyleyene kadar üzerinde sütyen olmadığını fark etmemişti, üstelik şu an sadece külodu vardı ona eşlik eden. Onu da çıkarmadan önce elleriyle dokunup veda etti, kazağının yanına attı.
Ve sonra da kendini kaleden dağın eteklerine bıraktı. Tabiat ana onu kucaklamıştı. İnsanlar ölmeden az önce bile ona olan nefretlerini dile getirmişlerdi ama toprak onu sıkıca sarmalamıştı. Canının çok daha fazla yandığını hissetmişti çünkü tüm acılarını toprağa gömmüştü, kendini de onların kucağına atmıştı tekrar. Toprak böyleydi işte, yaşarken ona ne gömüp ne sakladıysan öldüğün anda hepsini bir anda geri veriyordu. Bu yaşamaktan farklıydı. Sırası ya da düzeni yokdu. Ölüm gibiydi işte, zamansız ve sırasız...