(AYSEL)—Nasılsın?

(ATTİLA)— Kötü olma halinden iyiliğe doğru yol alıyorum. En iyi olmayı planlamıyorum. En iyi olduğunda yere çakılıyorsun. Ağaçtan düştüğünü düşün, yüksek bir ağaçtan mı düşsen canın yanar, alçak bir ağaçtan düşsen mi? Ben de işte stabil kalmaya çalışıyorum. En tepeler ruhumu bozuyor. Tamire uğraş veriyorum, kurcalıyorum kalbimi, kalp kurcalandıkça ritmi bozulur ya, bilirsin. En güzeli sabit durmak. Yükselmezsen çakılmazsın da.

(AYSEL)— Karmaşık zihninden sıkılıyorum. Basit bir nasılsın sorusuna bile böylesine cevaplar… Düşünmeyi azaltsan, mutlu da olursun huzurlu da. Cehalet, mutluluk ya.

(ATTİLA)—Söyle o zaman sen nasılsın?

(AYSEL)— İçimden taşan bir huzur var

(ATTİLA)—Huzur taşmaz!

(AYSEL)—Neden?

(ATTİLA)—Huzur durağandır, onu köpürtüp çoğaltıp taşıracak bir mekanizmaya sahip değil. Fiilimsileri böyle anlamsız kullanmazsın.

(AYSEL)—Kullanırım

(ATTİLA) — Karşısın her şeye anladık ama sıkıcısın da. İçinden taşan anti entelektüel bir delilik var. Huzur yok!

(AYSEL) — O ne demek?

(ATTİLA) — Deliliğini övemiyorum çünkü sığ bir deliliğin var senin, argümanlarla yahut analojilerle desteklenmiyor, öğrendiğin duyduğun kadarıyla delisin, özenti diyebilir miyiz?

(AYSEL) — Çok acımasızsın, hep öyleydin. Sende de entelektüel bir yapaylık var, doğal değil asla, ekşi sözlüğe bakıp insanlara caka satmak için beynini bilgiyle doldurdun. Tebrikler, artık etkileyici ancak yapay bir birikime sahipsin. Bunu da küçük dünyana sığdıramamış olacaksın ki herkesi her şeyi aşağılıyorsun. Peki, en kültürlü sensin. “Deliliğe Övgü”ymüş. Erasmus mu oldun şimdi de? Olamazsın, sende anarşist duygular eksik, var olanı alıp özümseyip bünyende sindiriyorsun sonra da bağırsaklarınla öğütüyorsun. Bağırsağın ikinci beynin ya, bunu da yeni keşfetti işte bilim insanları, ondandır belki de senin gibi salt beyniyle konuşanlar midemi bulandırıyor.

(ATTİLA) — Her şey mideni bulandırıyor, fazla duygusalsın, herkesten nefret eden bir tarafın var.

(AYSEL) —Herkesten değil, senin gibi pragmatik sığırlardan ve sükse yapmaya çalışan ortamcılardan nefret ediyorum.

(ATTİLA) — Pekala, uzatmayacağım, vahşi birer hayvanız en nihayetinde ama doğal ama yapay, benim anlamadığım şey sen, niçin toplum duvarlarının arasına sıkışıp sonra o duvarlara kafa atmaya çalışıyorsun, kafa ata ata kafan gitti iyice, toplumdan uzaklaş, izole et kendini böylelikle kimseden nefret etmek zorunda da kalmazsın.


Doğru söylüyor diye düşündü Aysel, Attila zaten her daim doğruyu söylerdi, mesela geçenlerde bir şiir okumuştu da Aysel kendi adı geçince heyecan duymuştu ancak şiirin ilerleyen saniyelerinde hassas ruhu rencide olmuştu. Ne diyordu: 


“benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün

dağıtır gecelerim sarışınlığını

uykularımı uyusan nasıl korkarsın

hiçbir dakikamı yaşayamazsın

aysel git başımdan ben sana göre değilim”

 

“Büyük Attila, entelektüel ruh, sen bana göre değilsen ben hiç hiç sana göre değilim.” diye düşünüp bekleme odasının soğuk tenhalığından da nefret ettiğini hissetti, hücreleri ürperdi, hücreler önemliydi, soğuyup ürpermemeli, fazla da ısınmamalı, kendini karanlık hissetmemeli. Ürperen tüylerini sıvazlayıp ölüm korkusunu hatırladı. Ayağa kalkıp bu korkuyu hatırlatan tüm bekleyişlere karşı duracağı sözünü hatırlayarak doktorun odasına doğru ilerledi. Sekreter arkasından koşup: “Henüz halihazırdaki hasta çıkmadı hanımefendi, ben size haber vereceğim.” diye seslendi. Elbet dinlemedi, elbet cevap vermedi. En son kimseyle polemiğe girmeyeceğine dair de kendine bir söz vermişti. Şu sözleri de bir yere yazayım, unutursam sözümü çiğnemiş olurum, dürüst ve şeffaf ruhuma zeval gelir maazallah, diye durumla küçük bir alay etti. Her şeyle alay et, zihnini ciddiyetin karamsarlığından koru sözünü de hatırladı ve of çok fazla oldu bu verdiğim sözler de deyip doktorun odasına daldı.

Dekorasyonu kırmızının tutkusuna boğan doktora içinden, "Tamam doktorcum en tutkulu sensin ama bizi neden bu denli yoran renklerle baş başa bırakıyorsun, önemli olan bizler yani müşterilerin değil mi? diye doktorla da alay etti. İçinden işte, kendi kendine... Bazen toplumun ikiyüzlülüğüne Aysel de ayak uydurmak zorunda kalıyordu. Doktor yani Gülseren öldürücü bakışlarıyla “Bir şey mi vardı Aysel, henüz seansım bitmedi.” diyecek oldu da Aysel, narsistlere psikoloğun da olsa savaş aç sözünü hatırlayıp, “Benim randevum başladı Gülseren, daha ne kadar beklemeliyim, rakam ver ona göre kollarımdaki ürpertinin havaya kaldırdığı tüyleri sayayım da beklemek kabusa dönmesin.” diye carladı. “Rakam mı?” “Evet ya, sayıları sevdiğimi beklerken onlarla olmak istediğimi bilirsin.” 


Hasta Gülseren’den sıkılmışlığın hevesiyle ayağa kalktı ve Aysel’e tükürür gibi bakıp “Allahaısmarladık.” dedikten sonra fişek gibi odadan çıktı. "Ne yapması gerektiğini şıp diye anlayan insanları çok seviyorum.” diyerek cehennem kırmızısına çöktü Aysel. Şimdi de delilerle dalga geçiyordu. Aslında onların zekası hoşuna da gidiyordu. Kendi de bir deliydi ya. Gülseren yani, Aysel'e yıllar öncesinde çoklu kişilik bozukluğu teşhisini koymuştu, genç kadın da bu ufak teşhise denk gelmişti. Teşhis bir kalemde yazılsa da delilik epeyce ağırdı. Gülseren de deli, herkes deli diye düşündü. İyi oluyor hoşlanıyorum, herkes delirsin, akıllı kalmasın dünyada. Yalnız ben kalemin akışından ne yazıldığını anlayabiliyorum, bir doktor ki deli olmasa gözlerimin önünde kocaman harflerle koyduğu bu teşhisi gözlerimin önünde yazmazdı di mi, bu Gülseren de deli ama bizim gibi iyi değil, kötü deli. Bugün yanlış sorular sorarsa onu da öldürürüm diye düşündü. “Biliyor musun, insanları öldürüyorum Portuga, bunu nasıl yapıyorsun Zeze? Onları unutarak.” Seni de unuturum doktor, ben kimleri unutmadım ki.


Aysel bunları düşünürken Freudyen doktor başladı haminne gözlüklerinin altından egosal sorulara:

— Nasılsın bakalım Aysel?

— iyiyim doktorcum az evvel Attila’yı çıkardım hayatımdan. (Demin damarına basmak adına Gülseren dediği bu en tutkulu kadına biraz da doktorcum demesi gerekiyordu, malum bu türler ancak pohpohlandığında doğru soruları sorabiliyorlardı.)

— Feride nasıl peki, o hala bizimle değil mi?

— Evet evet, yakındır ondan da kurtulmam. Bir türlü vazgeçemedi öğretmenlik ideasından.

— Hala aynı okulda mı?

— Tabi, edebiyat öğretmenleri İzmir gibi bir yerde yerinden kıpırdayamaz. Aynı okulda aynı mutsuz ancak idealist tavrıyla pembe pembe dolanıyor etrafta. Bak, diyorum pamuk şeker niyetine yer seni bu azmanlar, azıcık demir leydi ol, sözünü geçir, tamam diyor, biraz olsun dinliyor, hakkını savunur gibi oluyor, tartışmalardan sonra azıcık aşım ağrısız başım moduna alıyor kendini, tekrar başa dönüyoruz. 

— Haklı değil mi, herkesin bir karakter şeması ve kader motifi var, bunlara müdahale ne kadar doğru sence?

— Olur mu doktorcum, biz biliyorsun ben, Feride, cehennemin dibine yolladığım Attila ve öncekiler işte seanslarca anlattığım bizler indigo insanlarız ve yaratıcı enerjimizle çevremizdekileri değiştirmek dönüştürmek üzere yaratıldık. Biz bir şeylere karşı durmaz da bize sunulanı aynen alırsak mutsuz oluruz.

— Mutsuz ol Aysel, belki de çok fazla mutlu olduğundan etrafın kalabalıklaşıyor ve sen de bu seanslara ihtiyaç duyuyorsun?


Gülseren küçük intikamını alıyordu, parıltılı gözlerle Aysel’e baktı. Ona iflah olmaz bir deli olduğunu hatırlatıyordu.

 

—Mutluluk başkalarıyla paylaşıldı mı keyif verir Gülseren, ben buraya seninle mutluluğumu paylaşmaya geliyorum. Bir nevi amme hizmeti olarak düşün. 


Gülseren gerildi, bu küçük yaratıktan hoşlanmıyordu ancak bu küçük yaratık kitabında kullanacağı çok değerli bir malzemeydi aynı zamanda, o yüzden damarına basmayı bıraktı ve ona Ahmet’i sordu.


Her şey Ahmet’in intiharıyla başlamıştı, Aysel Ahmeti’i kaybetmiş, bir bilinmezliğin ortasında gözlerinin önünde gerçekleşen bu ölümü ve o gün yaşadıklarını unutmak adına kafasında birden fazla insan yaratmıştı. Böylece Gülseren’le yolları kesişmiş, senelerce içten içe iyileşmeyi, bu delilik halinden kurtulmayı istemişti. Ondaki travma sonrası gelişen bir delilikti, doğuştan ya da genetik kodlardan bağımsızdı. İşte yine o günü ve Ahmet’i konuşuyorlardı. Son 1 yıldır inkar ettiği, varlığını yadsıdığı Ahmet'i...


— Ahmet diye biri hiç olmadı, küçükken nenom bana Ahmet Arif diye bir yazarı okurdu. Neno derdim, gül yüzlü beyaz neneme. Hakkari’de kardan dışarı çıkamadığımız o aylarda “Adiloş Bebe”yi ninni niyetine okur beni uykuya yatırırdı. Huzurla uyurdum, bir gün Ahmet’le tanışacak onunla yakın arkadaş olacak sonra da evleneceğim diye rüyalara dalardım. Büyüdüm ve yeniden çocukluğumun kentine vardım, Hakkari’de bir meslek lisesine atandım. Çocuklar bayılıyor bana, herkesin dilindeyim hem güzel hem de iyilik meleği öğretmen diye. Ahmet polis, Hakkari’de. Namımı duymuş, geldi, tanıştı benimle ya da ben rüya görüyorum işte, Ahmet hiç yok. Hakkari’de Bir Mevsim’i okuyoruz, Ahmet anlamıyor, “Bu ne kızım, çok kasvetli bir roman yok mu eğlenceli romanslar?” diyor. Şimdi olsa salak der yüzüne bakmam, o zamanlar iyi biriyim, Ahmeti’i de kurtarırım, çocukluğumun Ahmet’i... Bana da delice tutkun, beni yere göğe sığdıramıyor. Arkadaşlarına hep beni anlatıyor. Bir gün arkadaşları merak edecek olmuş, toplamış hepsini eve, beni de götürdü oraya, istemedim, yalvardı, polis ya güvendim, bilemezdim. Sonrası birden fazla Ahmet ve cehennem. Ahmet, çok içmiş, arkadaşları leş gibi, rus ruleti oynuyorlar. Ben yerde perişan, ağlıyorum. Ahmet kafasına sıkıyor. Bu da belirsiz belki de ben sıkıyorum. Kimse şikayetçi olmuyor ya da şikayet etmeye değer bir şey yok ortada. Kafam karışıyor. Hepsi sürgün, ben İzmir’e ailemin yanına geliyorum. Ahmet yok, Hakkari yok, 5 yaşındayım nenom ninni söylüyor işte, sonrası hiç yok. Hiç yok değil mi doktorcum?