yeni aldığım şeyleri kolayca kullanamam. üstünden zaman geçsin "evet ben bunu şu an giyebilirim hatta giymeliyim." diyeyim diye beklerim. zaten şimdilerde eskisi gibi her aldığımı da birine hemen göstermem. zamanından önce "hadi şunu giysene." diye ısrar edecek diye endişe duyarım çünkü. ısrar ederse etsin ne mi olur? giyerim. ya sadece ısrar ediliyor diye giymem gerekenden önce giyersem, zamanı gelmediyse? henüz bağ kurmadığım bir şeyle beraberken başıma geleceklerin sorumlusu kimdir o zaman?


bu ayakkabıları giydiğim ilk gün hayatımda hiç unutamadığım bir güne dönüştü ufak ufak. belli ki ondan yıllar sonra da hala ayağımdan çıkaramayışım. bazen deniyorum; dolaba kaldırıyorum, zaten artık ona uygun olmayan kıyafetler giyiyorum. ama yine nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde bu ayakkabıya hiç uymasa da kıyafetlerim, çoraplarım; ayaklarım onların içinde, sekerken buluyorum kendimi. üstündeyken dünyayla daha rahat mücadele ediyorum sanki. mutluysam hissetmem bile orda olduklarını. üzgünsem de yükümü hafifletir sırtımdaki yükü benle taşırlar. dışarıdan bakınca alt tarafı bir ayakkabı. hem de eskimiş, kirlenmiş, hırpalanmış, bağcıklarından biri daha kısa, artık eskisi gibi de değil rengi...


ben o günlerde okuldan çıkıp evim dışında bir yerlere gitmekten çok hoşlanırdım. gideceğimi bilen birilerinin bekliyor oluşu beni mutlu ederdi. okul çıkışı babannemlere yürüdüğüm bir gün durup durup ayakkabılarıma bakıyor, herkes de benim gibi ayakkabılarım tarafından büyüleniyor sanıyordum. eve girdim, o zamanlar 8-9 yaşlarında olan kuzenim koşarak gelip "dedem bana sarıldı!" dedi. ne basit bir cümle. bir özne, bir dolaylı tümleç, bir yüklem... gözlerim parlamıştı duyunca. dedeme sarılmayalı yıllar olmuştu çünkü. dokuz yaşında bir çocuğun dedesinin ona sarıldığını hiç hatırlamayacağı kadar yıl. dedem çok severdi bizi bilhassa beni. iki hafta görmese, sesimizi duymasa görünce ağlayıverirdi pek konuşmadan. sert bakardı suratı ama bilirdim o kaşlar en ufak şeylere ağlayan gözlerini ardında bırakmak için çatılırdı hep. hastalığıydı bizi kollarından onca zaman mahrum bırakan. uzun zaman yan yana kalplerimizin arasına bir yastık koymuştuk ama o gün "vazgeçtim, yeter." dedi. "bunca yıl sonra ne oldu acaba?" diye düşünmedim hiç. başıma düşen çareye sevindim sadece sarılamadığımız günler geçti diye. kollarımızın arasına güzel olan her şeyi doldurduk öylece. vazgeçilen neydi, vazgeçmek gerekli miydi ya da vazgeçmek tehlikeli bir eylem değil miydi?


seneler geçti, ayakkabılarım "artık beni kullanmasan mı?" diye bakıyorlar suratıma. göz göze gelmemeye çalışıyorum. yeni şeyleri giyemem demiştim ya eski şeyleri de yollayamam kendimden uzaklara. kalbimin onlara yüklediği anlamlarla vedalaşmam gerekir önce. artık onun benimle olmayacağını içselleştirip kabullenirsem, bir de sonrasında yaşayacaklarımı düşünerek bir acil durum planı oluşturabilirsem tamam sayılır. önce her gün üstüne bastığım kaldırım taşlarına bir daha gelmeyeceklerini söylemem lazım, sonra birlikte sevdiğimiz kedilere artık onlarla görüşemeyeceklerini açıklamalıyım, birkaç yokuş daha çıkmalı, üstlerinde soluklanmalıyım. bir de son kez basacak bir su birikintisi bulursam...