HİÇLİĞE SEYAHAT

...

Tatlı bir uğultu ve belli belirsiz çam ağaçlarının kokusuyla kendine gelmeye başladı. Gözlerini açmasıyla beşik gibi sallanan bir trenin içinde olduğunu anladı. Bir çırpıda ayağa kalktı ve etrafa bakınmaya başladı. Yalnızdı. Vagonun kapısına yöneldi ve defalarca açmaya çalışsa da başarılı olmadı. Neredeydi daha doğrusu nereye gidiyordu. En son hatırladığı bir adamla koştuğu ve sonrasında bayılmış olacak ki hiçbir şey hatırlamıyordu. Oturdu ve bir an rüyada mıydı yoksa bu gördüklerinin gerçek mi olduğunu anlayabilmek için tekrar detaylıca etrafına baktı. Kırklı yıllardan kalma gibi görünen bu modası geçmiş vagon yaşına rağmen oldukça yeni görünüyordu. Camdan dışarı bakmak için ayağa kalktı ve pencereye yaklaştı. Aralı olan camdan dışarı başını usulca uzattığında onu masmavi gökyüzü ve yaz güneşinin gözleri kamaştıran ışıltısı karşıladı. Mavi gökyüzünü adeta ikiye bölen siyah duman ile tren yanıyor mu diye düşündü. Ama etrafına iyice bakınınca yangın olmadığını bunun kömürlü tren dumanı olduğunu anladı. Neden buradaydı kim veya kimler getirmişti. Kaçırılsaydı şehirden uzak metruk bir binanın içinde elleri kolları bağlı olması gerekirdi. En azından filmlerde öyle olurdu. Kötü bir şaka olmalı diye düşündü. Bir şeyler yapmalıyım diye söylenerek yerinden kalktı ve vagonun kapısını hızlıca yumruklamaya başladı. “Yardım edin, burada kilitli kaldım. Kimse yok mu…” Defalarca seslenmesine rağmen kimseye sesini duyuramadı. Yine çaresizlik içinde olduğu yere yığıldı. Üzerine çöken korku ile yüzleşmeye hazır değildi henüz. Ne olduğunu nasıl buraya geldiğini daha önemlisi en sıradan günün en sıradan saatinde neden bunları yaşıyordu. Düşünceleri akan gözyaşları ile sildi. Tekrar toparlanıp tüm gücüyle kapıya yüklenmeye başladı. Ne yapacağını bilmez halde yüklendiği kapı birden açıldı. Karşısında duran açık tenli ellili yaşlarda kadın sert bir tavır ile “Lütfen beni takip edin” dedi ve arkasını dönüp yürümeye başladı. Kendinden emin adımlarla yürüyen kadını takip etmekten başka şansı yoktu. Yürüdükçe daha da sarsıntılı hale gelmeye başlayan trende bir yerlere tutunmadan yürümek ne kadar zor ise önde yürüyen kadın bir o kadar rahat görünüyordu. Endişe içinde yürüdüğü ve yaklaşık dört kompartıman geçtikten sonra güzel kokuların gittikçe yoğunlaştığı bir kapının önünde durdular ve kadın kapıyı açmadan önce şapkasının altından usulca süzdüğü adama aynı sert ses tonuyla “İçeri girin ve isminizin yazdığı masaya oturun, lütfen” dedi. Cümledeki netlik ve kadının normal tavırlarının şokunu atlatamamıştı ki gördüğü manzara karşısında ikinci şokunu yaşadı. Oldukça geniş olan bu salon da şık giyimli kadın ve erkekler gruplar halinde sohbet ediyor, yemek yiyorlardı. Hallerinden buraya zorla getirilmiş gibi durmuyorlardı. İşler gitgide tuhaflaşıyordu. Usulca masaların etrafında dolaşmaya başladı. İkinci dünya savaşından kalma bu eski trende eski modası geçmiş giysilerin içinde tarih filmlerin deki aktristler gibi bakımlı kadınlar ve bacak bacak üstüne atmış kiminin elinde sigarası kiminin elinde içkisi rahat oturan erkekler sanki o yokmuş gibi yanlarından geçip gitmesine hiç aldırış etmeden sohbetlerine devam ettiler. Birkaç masa geçtikten sonra beyaz kağıda altın rengi el yazısı ile yazılmış ismini gördü. Bunlar kim ve beni nereden tanıyorlar daha önemlisi beni neden buraya getirdiler diye kendine sorarken bitkin düşmüş bedenini sandalyenin üzerine bıraktı. Sohbet seslerinin uğultulu bir melodi gibi geldiği anda üstündeki rehaveti atmalı ve birilerine burası neresi ve neden burada olduğumu sormalıyım diye düşünürken yanında beliren bir ses “Hoş geldiniz, servise başlıyoruz izninizle” dedi ve usulca önce su dolu bardağı sonra üstü metal bir kapak ile örtülmüş büyükçe bir tabağı masaya bıraktı. Hiç sormadan servis ettiği şarap neredeyse kan gibi kırmızıydı. Emrivaki bir nezaket içinde servisini tamamladıktan sonra “Afiyet olsun” dedi ve arkasına bakmadan giderken en iyi fırsatın şu an olduğunu düşündü ve “Affedersiniz, burası neresi ve ben neden buradayım” diye garsona seslendi. Garsonun adama attığı soğuk ve tuhaf bakışın ardında kendinde uyandırdığı his o trende olamaması gerektiğiydi. Hiçbir şey söylemeden dönüp giden garsonun arkasından çaresizce bakarken kaç saattir baygın olduğunu ve nerede, hangi ülkede olduğunu bilmediği bu garip yolculukta aniden çok acıkmış olduğunu fark etti. Önce yemek yemeliyim diye düşündü. Titreyen ellerini biraz olsun kontrol altına alarak yavaşça tabağın üzerinde duran kapağı kaldırdı ve bembeyaz tabağın içine özenle yerleştirilmiş yeşil, kırmızı ve mor renklerin ne olduğunu anlamaya çalışırken önce tiz bir ses ile irkildi. Sonrasında da bağrışmalar eşliğinde birkaç saniye içinde vagona dolan simsiyah duman karşısında ne yapacağını bilmez halde elinde tuttuğu kapağı yere düşürdü...