Yüzüne vuran rüzgar ile nefes almakta zorlanarak gözlerini açtı. Ahşap zemin üzerine uzandığı yerden ayağa kalmaya çalışmasıyla yere düşmesi bir oldu. Yine yalnızdı ve sallanan bir teknenin içinde olduğunu düşündü. Sıkı sıkı tutunarak ayağa kalkmaya çalışırken başının üzerinde duran devasa gölgeyi fark etti. Çarpan kalbini kontrol etmek gittikçe zorlaşır olmuştu. Ayağa kalkmasıyla şaşkınlık içerisinde ağzı açık olduğu yerde kalakaldı. Turuncu kırmızı renklerde büyükçe bir balonun içerisinde gökyüzünde süzülürken zihninin artık açıklayamadığı şeyler yaşıyordu ve çaresizlik içinde aklına gelen tek şey öldüğüydü. Evet, ölmüştü ve öbür dünya denilen yere gelmişti. Benim de öteki dünyam böyle demek ki diye düşünürken sıradan bir öğleden sonra, basit bir sokakta, vahşi bile sayılamayacak birkaç sokak köpeğinin saldırısı ile öleceği hiç aklına gelmezdi. Haksızlıktı. Kum torbası gibi olduğu yere bıraktı kendini. Elinden bir şey gelmezdi nasılsa. Melek ya da adı ne olursa biri ya da birileri gelecektir elbette diye kendine defalarca tekrarlasa da içindeki büyüyen garip his bir türlü geçmiyordu. Zaman yoktu artık ve ne zamandır öylece oturduğunun anlamıyordu. Batmayan bir güneş ve bitmeyen rüzgardan başka bir şey ne görüyor ne işitiyordu. Sonsuza kadar burada olmak ve gökyüzünde asılı kalma fikri gitgide tahammülü zor bir hal almaya başladı. Bir an aşağıya atmayı düşündü ama çare bu değildi. Ölmüş biri tekrar ölebilir miydi! Zaman düşüncelerine eşlik ediyor muydu bilinmez ama uzun süredir gözleri kapalı oturduğu yerden gökyüzüne doğru baktı ve son bir çaba ile ayağa kalktı. Mavinin her tonu ile boğuluyordu. Ne bir batan güneş ne bir toprak parçası ne de bir kuş geçmiyordu. Mavi bir hiçlikte seyahat ediyordu. Derin bir sessizlik hakimdi. Derken bir ses duydu ve bir patlama ile irkildi. Balon önce yavaş sonra da hırçın bir şekilde sağa sola yalpalamaya başladı. Hızla düşüş başladığında patlama sesinin nereden geldiğini anladı. Ve gelen bir rahatlama hissi ile geriye doğru saymaya başladı. Üç, iki, bir...