Ellerinden alınmış özgürlüğünü sırt üstü uzanıp izliyordu. Tavanın bir şeyler kusması temennisiydi. Daha uzun baksa değişir miydi sureti? Bir evre var, o evreden sonra bu denli kıpırtısızlaşır insan. Kaçıncı evre diye düşünürken büründü teslimiyetinci evresine. Adlandırması kafa dinlemektir ancak kendisinden başka geliri olmadığını ifşalıyordur cümle aleme. Doğruldu, aklına bir anda yapması gerekenler gelmiş gibi. Oturur vaziyette bir süre bekledi.

Bekledi.

Bekledi. Aslında yapacak hiçbir haltı olmadığını itiraf ettiği an bastı kahkahayı. Ne zamandan beri kendiyle böyle oyunlar oynadığını anımsamaya çalıştı. Anımsayamadığı kadar uzun bir süre olduğuna karar verdi. Ağzı gerinmeyi bıraktı, gevşedi. Dudaklarında gerinmeden kaynaklanan çizgiler belirginleşmeye başladı. İşte şimdi gözlerinden kendi kendini nasıl hayal kırıklığına uğrattığı betimleniyordu. Gözünün önündeki bu görüntüyü bozmak istemiş olacak ki kalkıp bir hışımla pencere önüne gitti. Sokaktan gelip geçen insanların nereye gittiklerini tahmin etmeye çalıştı. Bu kadar hayatın içinde olmanın onlara ne yararı olabileceğini düşündü ev içinde bir kenara konulup unutulan bir biblonun hareketsizliğiyle. Çünkü kahkahalarından, etrafa yaydığı mutluluktan geriye bıraktıklarıydı bu etten enkaz. “Tesadüfen dünyaya geliyoruz. Tesadüfen karşılaşıyor ve anılaşıyoruz. Sonra geldiğimiz gibi soyutlanıp yine yok oluyoruz. Yaşam bu işte. Dünyanın bir zaman sonra sıkılıp yok ettiği kıyafetleriyiz.” diye düşündü. Bu nedenle dışarıdaki sosyallik bir kakofoniden farksızdı onun için. Kendisine müjdelenen hayatı bir kez daha gözden geçirmeyecekti.

          Nova’nın nefes alıp verişiyle bozuldu pencere önündeki hareketsizliği. Nova… Hayatını bir dönem dolduran onca insandan geriye kalan tek canlı. Buna rağmen ara ara ona beslediği korkunç nefretten utandığı da oluyordu. Utanç, o davranışı özde yapmak istememekten gelir, yapmamak için kendiyle savaşmaktan gelir. Kişiyi kötü biri olma kategorisinden soyutlar. Onu da soyutladı. Hayatın onu toplumdan soyutladığı gibi. En büyük yalnızlar, çevresine en çok kalabalığı toplayanlar değil midir zaten? Bir zamanlar çevresindeki insan kalabalığını düşündü. Bununla ne çok övündüğünü, bunu ne çok dile getirdiğini… Artık daha iyi anlıyordu bu davranışlarının nedeninin içindeki “Bir Şey Olma” savaşının sonucu olduğunu. “Bir şey” olmuş muydu peki geçmişteki çabaya rağmen? Bu soru cevabı en net sorulardan biri olmasına rağmen, yıllardır düşünmekten vazgeçmedi. Bu bitkisel hayatını, bu sorunun cevabını bulmakla geçirdi. Çünkü bıraksa sonlanacaktı hikayesi. Üstünü örttüğü yalnızlığına, bu evde anlamsızca nefes alıp verdiği anlarına sansürdü bu yarattığı zihin oyunu. Bu durum yıllar içinde onun için bir reflekse dönüşmüştü. Oyunu bu denli acemice ve aynı zamanda da kabul edilebilir düzeyde mantıklıca gerçekleştiriyor olması, hala yüreğinde yaşamak umudunun köklenmeye çalıştığını gösteriyordu.

Nafile…

İnsanın insana muhtaçlığı gerçeğinin dışında her şeyin anlamsız olduğunu bir şekilde atlamıştı. Elbette tükenecekti ve sonra bir fısıltıdan ibaret olan yaşamı birden gerçeklik kazanmaya başlayacaktı. Bir zamanlar var olan bedeninin görünmezliği bir anda yok olan bedeninin görünürlüğüyle taçlanacaktı. Ve biz imece usülü yarattığımız bu felaketin sonunda yine “cık cık”larımızla yüreğimize su serpecektik. İnsanlığımızın büyüklüğü tepkimizi gösterebildiğimiz kadar olacağı için işin içinden sıyrılacaktık. Ne dersiniz yok saydıklarımızın hikayelerini bağırma zamanı gelmedi mi? Belli mi olur, belki bir yerlerde bazı değerler hala canlı kalmayı başarmıştır.