“Burada yaşadığın hayat hakkında bir şey diyemem doğrusu ama buradan ayrıldıktan sonra, gittiğin her yerde, cennetten kovulmuş Adem gibi, yurtsuz hissedeceğini söyleyebilirim.”


İsmini telaffuz etmek istemediğim bir ülkede, onunla beraber güneşin batışını izliyorduk. O ülkeyi terk etmek üzereydim. 

“Haklısın, ancak bu ülkede kalırsam ya ben bu düzeni yeneceğim ya da bu düzen yutacak beni.” Bana belli etmemeye çalışarak gözlerimin içine bakıyordu. Orada beni ikna etmesine yardımcı olacak bir şeyler arıyordu. “Nasıl olacakmış o? Nasıl zarar verebilirler sana? Ben...”  cümlesini yarım bıraktı. Cümlelerini tamamlamaya mecali yoktu. Sevilmeyi arzuluyordu, ancak nasıl istenir bilmiyordu. Kalmamı istiyordu, ancak nasıl engel olunur bilmiyordu. Bugüne kadar istediği bir şeyi hiçbir zaman tam olarak dile getirememişti. Kendi olmaktan, bir şeyler istemekten utanıyordu. O insan değildi, insanın kötü bir kopyasıydı. İnandığı doğrular hakkında o kadar susmuştu ki neye inandığını unutmuştu. Aynı, ülkenin geriye kalan sakinleri gibi. “Hem kalsam kim olarak kalacağım bu şehirde? Kendim olmama izin verecekler mi? Beni olduğum gibi kabul edecekler mi? Ben sana söyleyeyim, asla olduğum kişiyi beğenmeyecekler ve ne olacak biliyor musun, ben de herkes gibi onların isteği doğrultusunda değişeceğim. Artık ben olmadıktan sonra ne önemi var yaşamanın? Ben, ben bu ülkenin insanları gibi değilim, başkalarının hayatını taklit ederek yaşayamam.” Yüzü düştü, kaşları çatıldı. Cümlelerimin arasına sıkışmış bir şey onu rahatsız etmişti. “Yani biz, bu ülkeden başka şansları olmayan diğerleri, doğdukları dogmatik yapının altında ezilen bizler, bu coğrafyaya sıkışmış insanlar, bizler başkasının hayatını mı sürüyoruz? Böyle mi düşünüyorsun?” O zamanlar daha o ülkenin sınırlarından ayrılmamıştım. O yüzden duyguları hususunda doğruyu söyleyecek kadar ahlaklı biri sayılmazdım. Elbette, siz başkalarının hayatını taklit eden kötü kopyalardan ibaretsiniz diyemedim ona. Onun yerine “Hayır, kendim için konuşuyordum. Öyle bir düşünce hiç geçmedi aklımdan.” dedim. Derin bir nefes verdi. O toprakları seviyordum, ancak o topraklarda nasıl yaşanır bilmiyordum. Daha doğrusu, o topraklarda başkası gibi davranmadan yaşamanın mümkün olmadığını biliyordum. Siz hiç sırtlan taklidi yapan bir tavşan gördünüz mü? Burada herkes hayatta kalmanın zekaya değil de kaba kuvvete dayandığını düşünüyordu ya da yaltaklanmaya. Muhtemelen o zamanlar dünyanın diğer yerlerindeki düzenin farklı olacağına inanan biri vardı içimde, ancak o içimdeki canlının yaşamı çok uzun soluklu olmadı. Dilinden, dininden, yaşatmak istediği geleneklerden dolayı aşağılanan, hor görülen insanlarla doluydu o ülke ve bütün dünya. O ülkede kimse kimsenin dediklerine inanmıyordu. Kimse kimseyi duymak istemiyordu. Tahammül sınırı çoktan aşılmıştı. Kimsenin kimse de hatırı kalmamıştı. “Beni bir gün Tanrı, diğer bir gün Azazel ilan eden bu ülkede, nasıl yaşayabilirim!” Yüzüme baktı, alaycı bir şekilde gülümsedi. “Peki, kim olacağını zannediyorsun buradan gidince?” İşte yine oluyordu, en çok güvendiğim insan, vardığım yargılardan memnun kalmadığı için, beni oturttuğu tahttan aşağıya atıyordu.

“İnsan...” dedim. “Sadece insan.”