Bir sel gibi akıp giderken onca insan, onca araç ve kuşlar, bir sel gibi akıp giderken zaman aradığı şey anlatacak kelimelerdi. Kalabalığın içinde, kalabalıktan izole bir adam kelimelerin peşindeydi. Anlatmak isteği adeta bir yangın gibi içini sarmıştı. Fakat kelimeler dağarcığından bir türlü akmıyordu. Cümleler kurulmayı reddediyordu. Karnının derinliklerinden bir huzursuzluk yükseliyordu. Anlatmalıydı.

Etrafına baktı. Galata Kulesi, vakur ona bakıyordu. İnsanlar sağa sola telaşla koşuşturuyordu. Araçlar sel gibi akıyor, tramvaylar Kabataş’a doğru vızır vızır gidiyordu.

Karanlığın galebe çalamadığı ışıklar dört bir yandan hücum ediyordu gözlerine. Giderek hızlanıyor, dörtnala bir at gibi sanki zaman.

Adam derin bir nefes aldı ve kelimeleri kovalamaya başladı. Anılar zihninde bir film şeridi gibi akmaya başladı. Yaşadığı her şey, her duygu, her an gözlerinin önünden geçiyordu. Kelimeler yavaş yavaş şekillenmeye başladı. Cümleler birer birer kuruldu. Huzursuzluk yerini huzura bıraktı. Anlatacak kelimeleri bulmuştu. Kalem kağıt geldi ilkin aklına ama yoktu. Sonra telefonunu açtı ve oraya yazmaya başladı birbiri ardınca kelimeleri. Yazdıkça rahatladı, hafifledi. Zaman adeta durgunlaşmıştı.

Sonunda hikayesini bitirdi.

Hikayesini bitiren adam, Galata Kulesi’ne bir kez daha baktı. Bu sefer bakışlarında bir tebessüm vardı.