Kafam ağırlaşıyor, aşağıya doğru eğilip kesik kesik gülmeye devam ediyorum. Sonra nefret ettiğim musluğa dayanıp kafamı ellerimin üzerine yaslıyorum. Görüyorum, karanlıktan çıkan elleri; yine beni ayaklarımdan tutuyor ve çekiştiriyorlar. Hoş geldiniz! Bu sefer daha sert çekiştiriyorlar, canımı acıtıyorlar. Beni rahatsız eden güneşten kurtulup karanlığın içine düşüyorum. Kafam yere çarptıktan sonra gözlerim bulanıklaşmaya başlıyor. Burnuma portakal kokuları gelmeye başladı. Her tarafımda portakal ağaçları ve eski evim var. Her şey ne kadar güzel. Yüzüme ılık bir rüzgâr vuruyor ve rüzgâr ardında kara bulutları getiriyor. Portakal kokusu birden kan kokusuna dönüyor. Hiç durmadan ağzımdan akan kan, yerdeki suratımı kaplıyor ve uzun zamandır yıkamadığım saçlarımı ıslatıyor. Bu iğrenç bir his ama bu sefer midem bulanmıyor. Hiç sahip olamadığım hayatım, bu iğrenç yerden kurtulmak için kapıyı zorluyor. Boğuk seslerini duyabiliyorum. ''Benim kim olduğumun bir önemi yok. Hiç hoşuna gitmiyorum. Çünkü ben gerçeğim. Seni, sen yapan asıl şey benim ama sen, beni büyük yalanların ve parlak nezaketin altında ezdin ve kendin olmamak için elinden geleni yaptın. Ben, senim! Senin içindeki sesim, öfkeyim, küçücük kalmış sevgiyim, öz güvenim, özgünüm ve seni terk ediyorum. Evet, artık birbirini takip eden korkaklarla baş başasın! Hoşça kal...'' Zamanla yükselen güneş, önümden kalkıp içinde bulunduğum karanlığa doğru yaklaşıyor. Yavaş yavaş, durgun göz bebeklerimin içine doğru giriyor. Islak saçlarım güneşle birlikte ısınıyor ve yapış yapış oluyor. Gözlerim kamaşıyor, kapatıyorum.