Kızıl saçları rüzgarda uçuşurken çocukların top koşturduğu sokakta yürüyordu. Bu sokağı çok severdi. Evlerini, taş döşemeli yolunu, çocukların ve köpeklerin seslerinin iç içe karıştığı o tatlı gürültüyü. Rahatlatırdı bu sokakta yürümek onu. Ama şimdi içinde muazzam bir ağırlık hissederek yürüyordu o sokağın taş döşemeli yolunda. Çok tuhaf gelmişti bu durum ona. İnsanın huzur içinde yürüdüğü aynı yol, nasıl oluyordu da başka bir zamanda onu cehennemine götürüyormuş gibi hissettirebilirdi? Anlayamıyordu. Yürümeye devam etti.
Sarı renkli panjurları olan apartmanın önüne gelince durdu. Derin bir nefes aldı, önce bir iki adım ilerledi, sonra geriledi ve en sonunda yarı kararsız bir halde hızlı adımlarla apartmandan içeri daldı. Merdivenleri ikişer ikişer çıktı ve 7 numaralı dairenin kapısı önünde durdu. Elindeki anahtarı kapının deliğine soktu ama çevirmeden önce durakladı. Bunu yapmak istediğinden emin değildi ama yapmak zorunda olduğunu biliyordu. 5 ay geçmişti olayın üstünden ve artık yapması gerekiyordu bunu. Girmeliydi bu eve.
Aceleyle anahtarı çevirdi, kapıyı itip içeri girdi ve ardından hafif bir gürültüyle kapıyı örttü. Salona doğru bir iki adım ilerlemişti ki birdenbire dizlerinin bağı çözüldü. Olduğu gibi yere kapaklandı. Evin her bir köşesinden gelen o şekerimsi koku bütün enerjisini çekmişti sanki. Gözleri yaşarmıştı ama buna aldırmadan sürünerek ayağa kalktı. Salonu es geçerek doğruca yatak odasının kapısına yöneldi. Yarı açık kapının önüne gelince birkaç dakikalığına durakladı. Olduğu yerden odanın içindeki her bir mobilyayı süzmeye başladı. Daha önce hiç fark etmemişti mobilyaların bu kadar koyu renklerde olduğunu. Odadaki her şey grinin koyu tonlarındaydı.
İç çekerek kapıyı eliyle sonuna kadar açtı ve odaya adımını attı. Yatağa yönelip oturdu. Vücudundaki bütün yorgunluğa rağmen uzanmak istemedi. Çünkü uzandığı an çarşaflardan aynı şekerimsi kokuyu yoğun bir şekilde duyacağını biliyordu ve onun kokusunu bu denli içine çekmek onu bayıltabilirdi.
Gözlerini karşısında duran aynadaki yansımasına dikerek oturmaya devam etti. Bir süre göz altlarında oluşmuş torbaları ve solmuş yüzünü inceledi. En son ne zaman ayna karşısında kendini incelediğini hatırlamıyordu. Birden incelemeyi kesti ve ayağa kalktı.
Yatağın yanı başında duran komodinin çekmecelerini açıp kurcalamaya başladı. Bir şey bulamadı ve bu sefer giysi dolabına yöneldi. Dolabın içini araştırdı, kıyafetleri silkeledi ve ceplerine baktı. Aynı titizlikle yatağı ve yatağın altını; diğer odalardaki koltukların arasını, mutfak dolaplarını , evin her bir kuytu köşesini aradı ancak hiçbir şey bulamadı.
Pes ederek kendini salondaki küçük koltuğa bıraktı. Yorulmuştu ve umudu kalmamıştı. Zaten başından beri ne için umutlanmıştı ki? İçten içe aradığını bulamayacağını biliyordu çünkü o bakmaya gelmeden çok önce polis buraya gelmiş, her yeri incelemiş ve bir şey bulamamışlardı. Yine de kendi gözleriyle gelip bakmak istemişti. Aksi halde onun kendisine hiçbir şey söylemeden, bir veda bile etmeden gideceğine inanamazdı. Ama yoktu işte; ne bir mektup ne de küçücük bir not. Hiçbir şey yoktu.
Bir süreliğine oturduğu yerde kalakaldı. Umutsuzluk ve hayal kırıklığı vücudundaki bütün kasları eritmişti sanki. Gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Nasıl olurdu da bir “Hoşça kal” demeyi kendisine çok görmüştü? En yakını değil miydi onun?
En yakını mı? Gözlerinden süzülen iki damla yaş yanaklarının üstünde hareket etmeden dururken dudağı alaycı bir gülümsemeyle kıvrıldı. Onun en yakını olduğunu düşünmek tamamen aptallıktı. Hiçbir zaman onun hayatında bir “en” olamamıştı. Eğer olsaydı, şu an bu odada onunla birlikte oturuyor olurdu. Televizyon karşısında ayaklarını uzatmış, sevdikleri dizi karakteri öldüğü için birbirlerinin gözyaşlarını silerlerdi. Ama öyle değildi işte. Şu an bu odada yapayalnızdı ve gözyaşlarını silen kimse yoktu. Bir daha da olmayacaktı.