Uzun ve yorucu bir yolculuğa çıkacak olmanın verdiği kaygı ve telaşla valizimi akşamdan hazırladım. Erkenden kalkıp eşim ve çocuklarımla biraz zaman geçirme hevesiyle kahvaltıyı hazırlamaya koyuldum. Herkes kalkıp da kahvaltı masasında buluştuğumuzda çocukların bakışlarındaki ürkekliği hissettim. Her ikisi de çıkacağım bu yolculuktan belli ki çok kaygılıydı. Oğlum, gitme dercesine bakışlarını benden ayıramıyor, kızım küçük lokmaların ağzında koca yığınlara dönüşmesini engellemeye çalışıyor, eşim bir noktaya sabitlediği bakışlarıyla uzun bir yolculuğa çıkmanın garip hüznünü yaşıyordu sanki. Bu tablo karşısında tüm heyecanım ve coşkum bir buz dağından çözülüp ırmağa karışan buz kütlesinden farksızdı.

Otobüsün kalkmasına tamı tamına 20 dakika vardı ve ben el çantamın ortalarda olmadığını ne yazık ki çok geç fark etmiştim. Otobüs biletim, kimliğim, kredi kartlarım kısacası bu yolculuk için gerekli olan her şey, o çantanın içerisindeydi. Aylar öncesinde büyük bir heyecanla başvurduğum ‘Yazarlık Eğitmenliği Kursu’na katılmaya hak kazanmıştım. Ne var ki şimdi bu kursa katılamama tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Halbuki akşam eve döndüğümüzde eşimin çantamı eve getirdiğinden adım gibi emindim. Evi köşe bucak aramamız fayda vermiyor, otobüsün kalkış saati büyük bir hızla yaklaşıyordu. Bir an kaygılı bakışlarımdaki çaresizlik, eşimin yüzüne çarpıyor ve bir cam kırığı şangırtısıyla un ufak oluyordu. Eşimin çantayı akşam alışveriş yaptığımız ayakkabıcıda unutmuş olabileceğimizi söylemesiyle arabaya atlayıp soluğu Can Ayakkabıcılık ’ta aldım. Son bir ümitle ve nefes nefese girdim içeri. Kış ortasında çiçek açmış ve yağan son karla sudan çıkmış balığa dönen bir ağacın hayal kırıklığıyla ayakkabıcıdan ayrıldım. Buruk bakışlarım saatin tik taklarıyla buluştuğunda otobüsün kalkmasına beş dakika vardı. Bu kursun nasibim olmadığının verdiği kabullenişle son bir kez arabanın içerisine göz gezdirdim. Torpido gözüne baktım; arka koltukları, ön koltukların arasını titizlikle gözden geçirdim. Şoför koltuğunun yanındaki koltuğun altından bana göz kırpan kol çantamı gördüğümde dünyalar benim olmuştu.

Büyük bir sevinç yumağı içinde otogarın yolunu tuttum. Otobüs hareket etmek üzereyken valizimi muavinin eline tutuşturdum ve kaldırımda bekleyen, isminin sonradan Ömer olduğunu öğrendiğim uzun boylu, kır saçlı adama arabamın anahtarını uzattım. Neden böyle bir şey yaptığımı da anlamış değildim. Adamın şaşkın bakışlarına aldırmadan “ Anahtarı birazdan sizden alacaklar.” diyerek son bir hamleyle otobüse atladım. Henüz yerime geçmeden eşimi arayıp ona tanımadığım ama kaygılı bakışlarında sıcaklık ve güven hissettiğim kır saçlı adamdan arabanın anahtarını almasını söyledim. 28 numaralı koltuğa ürkek adımlarla yaklaştığımda içerisinde acı, korku, şefkat ve merhametin iç içe olduğu bir öykü yaşayacağımdan ve bunu kaleme alacağımdan habersizdim.

Ağarmış saçları, kırışmış alın çizgileri ve bıkkın bakışlarıyla insana acıma hissi veren yol arkadaşımın yanına sessizce oturdum. Otobüsümüz mesafeleri arşınlarken adının Mehmet olduğunu söyleyen yol arkadaşım, kesik kesik öksürüklerle ve bir hikâyenin kahramanlarından biri olacağından habersiz bir biçimde kendisinden bahsetmeye başladı. Umursamaz bakışlarıma aldırmadan ve içinde bulunduğum hayal âleminin sınırlarını da zorlayarak söze girmişti. Zihnim geride bıraktıklarımın canlı hayalleriyle meşguldü. Buna rağmen yol arkadaşımın içten ifadelerine kayıtsız kalmamam gerektiğini düşünüyordum. Başlangıçta ya, öyle mi, gibi kısa ünlem ve soru cümleleriyle geçiştirmeye çalıştığım yol arkadaşımın beni farklı iklimlerin karanlık âlemine çekeceğinden de oldukça habersizdim.

Otobüs, koca bir dağı sırtlamışçasına yokuşları iniltiyle, bazen aslan kükremesini andıran homurtusuyla tırmanmaya çalışırken etrafı seyretmeyi de ihmal etmiyordum. Karşı dağın eteklerini süsleyen inek sürüsü, beni köyde geçen çocukluğumla buluşturuyor. Hava gri bir renge bürünürken köyde bıraktığım çocukluğumun garipliğini yüreğimin derinliklerinde hissediyorum. Baharın ilk günleriydi, önüme kattığım inek sürüsüyle Döşkaya’nın yolunu tutmuştum erkenden. Henüz çoban konusunda bir fikir birliğine varılmadığından bu ilk günlerde herkes kendi ineklerini yaymakla meşguldü. Sırtımı koca bir dağ gibi yasladığım babam, her gün olduğu gibi bugün de erkenden kalkmış, tarlaya tohum serpmek için Fiat marka traktörümüzle Cilligöl’ün yoluna koyulmuştur bile. Şimdi onunla beraber olmak vardı, diye içimden geçiriyorum. Turuncu renkteki traktörümüzü yeni almıştık ve onun köydeki sayılı traktörlerden biri olması hepimize gurur veriyordu. Babam nasıl da yakışırdı ona. Henüz küçük olduğumuzdan tüm kardeşler, traktörümüzü hayranlıkla seyretmekle yetinirdik. Bazen onu alıp köyü baştan aşağı dolaştığımı, arkadaşlarımın yanlarından geçerken onları kornayla selamladığımı hayal ettiğim de olurdu.

Döşkaya’nın ıssızlığı beni ürkütüyor; ineklerin rengârenk boncuk taneleri gibi etrafa dağılmaları, karşı kayalıklardan gelen baykuş sesleri, genzimi yakan kekik kokuları bende karmaşık duygulara sebep oluyor; Döşkaya’nın semalarında biriken simsiyah bulutlar, beni iyice telaşlandırıyor. Havanın kin ve öfke kustuğu yağmurlu bir günde inekleri ırmağın karşısına geçirmeye uğraşan ve bir an önce köye ulaşmaya çalışan masum çocukluğumu oracıkta bırakıyorum. Yol arkadaşım Mehmet, cebinden çıkardığı bir nane şekerini bana uzatarak:“ Yeğersen mi, yeğenim?” diyor. Bu nazik teklifi aynı incelikle geri çeviriyorum.

—Teşekkür ederim, isteğim yok.

—Mide bulantısına ey geler, hem bele boş oturmahnan yol da keçmez. Pişeler yeyip içmeli.

Bu söz karşısında nane şekerini almamanın arkadaşıma saygısızlık olacağını düşünerek:

—Peki, bir tane alayım.

—Al, gadan alım.

Önceleri sıradan konular çevresinde şekillenen sohbetimiz, bir anda yol arkadaşımın ibretlik hayat hikâyesinde yoğunlaşıyor. Sekiz yıldır bir cinayetten (eşini öldürmüş) dolayı Foça’da açık bir cezaevinde hükümlüymüş. İyi halden dolayı üç ayda bir yedi günlük izne çıktığını söylüyor kahverengi gözlerini bir noktaya odaklayarak. Kapalı cezaevinde olmadığı için haline şükrediyor ve açık cezaevinde boyacılıkla meşgul olduğunu kısık sesiyle anlatmaya çalışıyor. Çektiği sıkıntıların alnında derin çizgilere dönüştüğünün ispatı olan kırışıklıklarda biriken teri rengi atmış, kenarları kırmızı oyalı mendiliyle silmeye çabalıyor. Bu yolculuktan biraz kaygılıyım. Bir katille yolculuk yapacak olmanın verdiği tedirginlik adeta tüm bedenimi esir alıyor. Ne var ki buruk bakışlarındaki masumiyet gözümden kaçmıyor. Sohbetimiz, bize Hükümlü Mehmet’in paslı bir kilitle kilitlediği ve yavaş yavaş gün yüzüne çıkarmaya başladığı dünyasının kilidini açmaya yetiyor. Birden Hükümlü Mehmet’in karanlık dünyasında kendimi kaybediyorum. O, anlatıyordu, sanki ben onun anlattıklarını hayal âlemimde yaşıyordum.

Bugün her zamankinden erken kalktım. Haftalık görüşme için çocuklarım erkenden mapushanenin küf kokan bahçesinde beni bekliyor olacaklar. Koğuş, her zamankinden daha sessiz ve ıssız. Herkes erkenden kendini dışarı atmış olacak. Yatağımın altına büyük bir özenle yerleştirdiğim koyu kahve kadife pantolonumu hevesle giydim. Kırçıllaşmış sakalıma şekil vererek bu acımasız hayat karşısında yenilmediğim izlenimi vermek istercesine aynada kendime şöyle bir baktım. Bir delikanlı olarak girdiğim bu mapus damında meğer yıllar, benden neleri çalmış, götürmüş? Hayır, duygulanmaya gerek yok, bugün senin en mutlu günün. Kareli oduncu gömleğimi de giyip hazırlanma faslına son noktayı koydum. Saat sekize beş kala başefendilerin şaşkın bakışları arasında bahçe kapısına kadar yürüdüm. Avluya çıkan gri renkteki demir kapı büyük bir gıcırtıyla açıldı. Yorgun adımlarla bir süre ilerledim. Bakışlarımda burukluk… Bir mengeneye alınmış demir yığınını andıran ruhumda esaret… Bir müddet anlamsız bakışlarla etrafı seyrettim. Hapishane kokusu, bahar kokusuna karışmış, bu garip kokuyu yorgun ciğerlerime çektim. Bahçede henüz hareketlilik başlamamış. Etrafta üç beş ziyaretçi var. Az sonra tüm çocuklarımın, Ardahan’da liseyi okuyan ikizlerimin bile, nizamiyenin koca kapısından neşeli şakalaşmalarla bana doğru koştuklarını görünce kalbim yerinden fırlayacak sandım.

Her hafta yaşanan bu görüşme sahnesi bu kez sanki bir başka özeldi. Yalnız mutlu bir aile yumağına dönüşen tabloda bir şeyler eksikti. Bu eksikliğin ne olduğunu hepimiz bilsek de hiçbirimiz dile getirme cesaretini gösteremiyorduk. Aylardan nisan, günlerden mutluluktu. Bahçedeki havuzdan gökyüzüne uzanan su tanecikleri sanki birilerinden merhamet dileniyor. Ağaçlarda bir telaş, bir telaş… Bahçedeki kırmızı güllerin güzelliğini yeni fark ediyorum. Hissettiklerini karşındakine hissettirmeden davranabilmek ne kadar da zormuş. O gün içimdeki boşluğu dillendirmeden tüm çocuklarıma hasretle sarılıyorum.

Küçük kızım Zeynep’in pamuk saçlarını avuçlayıp gül kokusunu gün yüzü görmemiş, yorgun ciğerlerime çektim. Sayılı dakikalara koca bir zaman dilimi sığdırabilmenin telaşıyla çocuklar konuştu, ben dinledim; ben konuştum, mapushane duvarları ağladı. Yalnızlığın, çaresizliğimin ve sevgiye susamışlığının canlı tanığı nemli duvarlar bile kim bilir belki de bir anda yumuşayıvermişti. Hayat, bazen bizim yaşamak istediklerimize imkân vermiyor da bizi kendi seçtiklerini yaşamaya zorluyor. Zamansa dışarıda dört duvar arasında geçtiği gibi geçmiyor. Ne olduğunu bile anlamadan bir saatlik zaman dilimi kum saatindeki kumların tükenişine nispet edercesine tükenivermişti. Buruk bakışlarla mapushanenin loş koridorlarında serseri adımlarla bir süre ilerledim. Garip Ömer’in dertli sazındaki hüzün parçacıkları uzaklardan beni selamlıyordu. Garip Ömer: “Dışarıda mevsim baharmış, günler su gibi akarmış.” diye türküye başladığında gözümden yüreğime dökülen mercan parçacıkları bir kor yığınına dönüşüyordu. Kimsesizdim, kendime ağlayacak kimse de kendimdim. Bir cinayetin vebalini çocuklarıma yüklemiş olmanın vicdan azabıyla ranzama uzandım. Yağmur yüklenen ve tavana kilitlenen bakışlarım bir süre çocuklarımın silik hayalleriyle meşgul oluyor. Erkekler ağlamaz, diyenlere inat oyuncağı elinden alınmış öksüz bir çocuk garipliğiyle gözyaşlarımı yastığımla buluşturdum o gün. Küçük kızımın yüreğime demirlediği bakışları, gece boyunca gözümün önünden gitmedi. Bakışlarım karanlığın kara kalbine paslı bir hançer gibi saplandı. Bir bardak suyun ferahlığından medet ummaya çalışan hummalı bir hasta edasıyla ranzamdan indim. Saat 05.30 civarıydı. Dilimde sebebini anlayamadığım bir şekilde şairin “Somurtmuş ki bıçak, nara tokat/ Zift dolu gözlerde karanlık kat kat/Yalnız seccademin yüzünde şefkat/ Beni kimsecikler okşamaz madem/ Öp beni alnımdan, sen öp seccadem” dizeleri vardı. İçimdeki huzursuzluktan bir an önce kurtulup huzura ermek için kalkıp abdestimi aldım. Koğuşu koridordan sızan sarı bir ışık aydınlatmaya çalışıyor. Ezan sesini duyduğumda ranzamın başında hazır bulunan, ayak kısmı aşınmış, saçaklı yeşil seccademi alıp Yaradan’ın huzuruna yöneldim. Dua için açılan nasırlı ellerimin titrediğini fark ediyorum. Karabey Amca’nın ağaçlarından dallar koparıp oyuncaklar yapan bu eller miydi? Bu eller miydi kışın kızakla kaymaktan moraran? Yusuf dayımın plastik topunu küçük çakıyla ikiye bölen de yine bu eller miydi? Sahi Yusuf dayım ne yapıyor şimdi? En son köyden birinden Almanya’ya çalışmak için gittiğini ve bir süre sonra oraya yerleştiğini duymuştum. Sanki kendi memleketinin suyu çıkmış da soluğu Almanya’da almış. Galiba ona da kırılmıştım. İnsan bu mapus damında kimleri özlemiyor, kimleri görmek istemiyor ki… Yıllar var ki beni ne aradı ne de sordu.

Gün ışıdığında Fatsalı Cemal, ilaç kokulu çayını demlemek için uyanmıştı. Güneşi avuçlamak istercesine koğuşun demir parmaklıklı penceresine yöneldim. Kaç yıldır şu parmaklıkların arasından gördüğümüz kadardı bizim dünyamız. Cemal, yine bir duygu seline kapıldığımın farkındaydı. İlaç kokulu çayından bir bardak doldurup bana uzattı.

—Geçer uşağum, geçer! İnsan üzüldüğüyle kalıyor.

—Haklısın Cemal’im! Geçer de deler geçer.

—Bizler, hem kendimiz için hem de dışarıda bizleri bekleyenler için yaşamalıyız. Yoksa sen burada hayatına virgül koymasan dışarıdakiler kendi hayatlarına noktayı koyuverirler.

Beni iyi anlayanlardan biriydi Cemal. Bir müddet puslu gözlerime bakıyor içini çekerek. Ondaki içtenliği fark ederek: “ Sen bana aldırma be Cemal!” diye aslında gönlünü okşuyorum. Birazdan kahvaltı yapılacak ve sayım için toplanılacak, böylece yeni bir gün yeni umutlarla başlamış olacak. Cemal’in ilaç kokulu çayından yudumlarken bakışlarım gökyüzün maviliklerinde kayboluyor. Havada tek bir bulut bile yok. Birkaç güvercin, iyice yükselerek maviliklerde sır oluyor. Uzaklardan bir yerlerden ezan sesi geliyor ve esaret zincirindeki ruhumu rahatlatıyor.

 

Esenler otogarındaki kargaşa ve kalabalık, bir anda sürüklendiğim o hayal âleminden beni uyandırmıştı. Hayatın kıyısında dolaşan ve her defasında hayatı ıskalayan yol arkadaşım Hükümlü Mehmet’in zihnime ve bedenime yüklediği mahpushane ağırlığından kendimi kurtarmaya çalışırken yol arkadaşım çoktan kalabalıklar arasında kaybolmuştu. Otobüsten inip valizimi aldım. Buraya ne amaçla gelmiştim, nereye gidecektim bu sorulara cevap verecek durumda değildim. Bedenimde ve ruhumda derin bir yorgunluk hissediyordum. Yaşadıklarımın hayal mi gerçek mi olduğunun ayırdına varamadan etrafı boş gözlerle süzdüm. Çevremdeki kalabalığı yadırgıyor, yıllar var ki insan yüzü görmeyen birinin ürkekliği ile ilerlemeye çalışıyordum. Bu yolculuk süresince kendimden uzaklaşmış, Hükümlü Mehmet’in kimliğinde yaşamıştım. Sahi, Hükümlü Mehmet’i göreniniz var mı?