‘’Yazık oldu şu genç ömrüme, bilmem şu feleğin bana cevri ne…”


Radyoda Hüseynik çalarken gözleri karşı duvarda asılı fotoğrafta, abisinin yüzündeydi. Meliha’nın yirmi yıllık ömrü boyunca elemle yoğrulmuştu hamuru. Elleri, değdiği her şeye bir kefen giydiriyor gibiydi. Sanki onda doğmuştu ağrısı yaşamanın. Abisi Fatih vatan için gittiği yolculuktan geri dönememişti. Yaşasa bugün yirmi yedisine girecekti. Yirmi yedi bahar göremedi ömrü ama geride kırk yıllık kış soğuğu bıraktı. Bunları düşünürken hırkasının önünü kavuşturdu. Derinlere daldı yine. Canının bir parçası, kardeşiydi Fatih. Yokluğunun ilk gününün üzerinden çok zaman geçmiş ama sanki Meliha ertelemişti bu eksilti ile tanışmayı. Bazen böyle, öteleriz biz insanlar karşılaşmaktan korktuklarımızı. Kaderin ve kederin görünmez ipiyle nereye gidersek acıyı kendimizle taşırız da ansızın çalan türküden bir ses, bir kelime kaldırıverir önündeki perdeyi. Gerçeğin çıplaklığı karşısında kaldığımızda ise ya kaçar ya da savaşırız. Meliha da ertelemişti. Ama işte şimdi karşısındaydı. Kaçmak yakışmazdı ona.


Ölümü düşündü. Dünyada ölümle tanışan ilk insan abisi miydi, değildi elbet. Az önce haberlerde katledilen bir genç kızın bahsi geçmişti; biraz evvel duyduğu hâlde adını hatırlayamadı. Ya geçen hafta, umutlu bir haberin arifesinde can veren o genç çocuk?


Bir araya gelip isimleri oluşturan harfler, o insanlar ve binlercesiyle unutulmaya mahkûmdu. İsimler unutulur ama ismi oluşturan her bir harfin sinede açtığı yara kalırdı. Doğrulup kalktı oturduğu yerden. Pencereye yöneldi sakin adımlarla. İlkbahara hazırlanıyordu şehir, sıcak bir cumartesi sabahı dışarı atmıştı mahallenin çocukları kendilerini. Sokaktan gelen şen kahkahalar kafasının içindeki gürültüye karışmış, diğer seslerin içinde kendi sesine yabancıydı.


Ağır yaralıydı Meliha. Hamuruna aynı elemli mayayı ekleyip duruyor, uzun zamandır geceleri sabahlara bağlıyordu. Adaletsizliğin hüküm sürdüğü, filler tepişirken çimenlerin ezildiği bu düzen, kahrolası düzen abisi gibi onlarcasını çekip alıyordu hayatın elinden. Yanlış politikalar, barışı değil savaşı savunmalar öldürdü hepsini aldıkları kurşunlardan önce, diye düşündü. Büyük güçler çıkarları için halkları önce bölüp sonra yok ederken aykırı düşünen her çiçeği solmaya mahkûm ediyordu. Dünya bir yerlerde açlıkla sınıyordu çocuklarını. Kadınlar hâlâ hor görülüyor, erkekler hüküm sürüyordu. İnsanoğlu doğaya saygısını çoktan yitirmiş, kendini diğer canlılardan ayıran özellikleri kaybediyordu yavaş yavaş. Bir sızının zihnine çağırdığı diğer sızılara hayret etti bunları böyle düşünürken. Dört buçuk milyar yıldan çok daha uzun süredir vardı dünya. Nasıl sakin kalabiliyordu üzerinde yaşananlara? Böyle gelmişti evet fakat böyle gidemezdi. Gitmemeliydi.


Duvardaki fotoğrafa tekrar döndü Meliha. Zamanı durduran bir kare. Bir bayram sabahı neşe ile çekilmiş bir aile fotoğrafı. Fatih’in gülüşüne takıldı gözü. Kişi elbette kestiremezdi ileriyi fakat bilse ne uğurda, hangi baharda gideceğini yine öyle güler miydi, düşündü. Tam isyana düşecek, ilk kez kabule bu kadar yakınken yeniden dağlanacaktı ki camına değen topun çıkardığı sesle irkildi.

 

Çocuklar... Çocukluk... Kalabalık bayram sabahlarında kuzenleri ile oynadıkları oyunları, aynı sofranın etrafında toplanmanın verdiği sıcak bağı ve hayal meyal Fatih’in o heyecanlı sabahlarda bile süren sessizliğini hatırladıkça dağılıverdi yeniden sisleri. Belki de bundandı Meliha’nın asiliği, hayatı bir savaş meydanı varsayıp hep tetikte olması. Kavgası. Abisinin yerine de koşuyordu. Onun çok çıkmazdı sesi, Fatih’in yerine de konuşmalıydı sanki.

 

Fakat hayır, hayat ne bir savaş meydanıydı ne de Fatih mağlup. Ve solunda kazdığı bu kuyuya koyu kederler istiflemenin yıkıcı ağırlığı, baharı çağıran kuşların ve çocukların umutlu rengi karşısında gücünü yitirmeliydi. Koşan atlar düşen atları değil, koşan diğer atları hatırlatmalı, dedi kendine. Hatırlatmalı ki düşmenin de en az koşmak kadar hayatın içinden olduğunu bilsin insan. Eli pencerenin koluna gitti, sonuna kadar açarken son nefesini alıyormuş gibi bir heyecan ve telaşla soludu baharın kokusunu. Hayır, son nefesi değildi. Bilakis, o yeni solukla yeni bir sayfa açılıyordu ömründe.

 

Madem böyle gelmiş ve böyle gitmeyecekti, durgun suya atılmış bir taşın halkalar halindeki dalga hareketinden öğrenilecek çok şey vardı. Küçük adımlarla iyiyi, güzeli büyütmek varken kederin karanlığına gark olmak dünyanın değişmesi gerektiğini savunanlara yaraşmazdı. Dünya değişmelidir, diyenler dünyayı değiştirecek gücün kendi içlerinde olduğunu da görürlerdi çünkü.*

 

Bütün savaşmalarının ardında seyrini koruyan, kendi düzeninde akıp giden bir hayat, acelesizce ardalanmış dört mevsim ve hâlâ dönmekte olan bir dünya vardı. Tamam, kuzey yarım kürede işler çok da yolunda sayılmazdı ama kaos zaten kaçınılmazdı. Cennetten kovulduğunda düaliteye düşmüştü beşer. Tüm ikilikler, kavgalar, güzelin karşısında olan her çirkin bir parçası değil miydi bu sistemin? Hikmetinden sual olunmayan o yaratıcı görmüyor muydu gönül topraklarımızı kül eden yangınları?

 

Geride kalanlara düşen her ne yapıyorsa işini iyi yapmaktı. Zıtlıkların birliği, söz konusu kalp iken geçerliliğini yitirir, ancak başka bir kalbe dokunmanın sıcaklığı ile sönerdi o toprakların ateşi.

 

Zehri bal eylerken Meliha, oyununun ikinci perdesi başlıyordu.