Gökyüzü gri bulutlarla kaplıydı, yağmur damlaları hüzünle yere düşüyordu. O an, yaşamın ağırlığı omuzlarına çöken bir adam pencereden dışarıya bakıyordu. Gözleri, geçmişin karanlık koridorlarında kaybolmuştu. Anıları, sevgisizliğin soğuk rüzgarlarıyla sallanıyordu.
O eski parkta, el ele gezdikleri günleri hatırladı. Rengarenk çiçekler solmuş, zamanın acımasızlığı her şeyi sararmıştı. Sevgilisinin gülüşü hala kulağında çınlıyordu, ancak o gülüş artık gerçek değildi. Bir hasta yatağında kaybetmişti onu, umutsuz bir bekleyişin içinde solmuştu aşkı.
Yağmur damlaları camda iz bırakırken, yalnızlık yüreğine çökmüştü. Hayat, acı dolu bir melodiydi onun için. Gece, sessizlik içinde yankılanan hüsran notalarıyla dolup taşıyordu. Aşkın ardında bıraktığı boşluk, onu bir gölge gibi takip ediyordu.
Belki de en zor olanı, her sabah aynaya baktığında yarı eksik bir adamın yüzünü görmekti. Kaybolan umutlar, kırık dökük hayallerle dolu bir kalbin ağırlığını taşıyordu. Yağmur, onun içindeki fırtınayı yansıtıyordu. Gözyaşları, sevdiği kadının resmiyle karıştı, sessizce düşen yağmur damlalarının ardında kayboldu.
Ve o an, odanın içindeki sessiz çığlıklar, gözyaşlarına karıştı. Hüzün, onu sarhoş etmiş, acıların denizinde boğulmuştu. Artık ağlamaktan başka bir şey kalmamıştı, çünkü hayat ona sevgiyi, umudu çalmıştı.