Bazı şeylerin yeri dolmuyor. Kayıp. Ağlayanı olmayan bir anı artık, parmakların arasından kaçıp gitmekle mükellef; siper ettiğin gözlerin ufukta kocaman bir sessizlik görüyor, umut var mı, duyan... Seni kimse duymuyor. Ellerinin arasında yığınla bulaşık var. Ovalıyorsun, sıcak suya tutup durulaması için masaya istifliyorsun. Annen cimri, bulaşık makinesine yok parası. Kırışan ve çatlayan ellerin de hep bir yaşlılık var, başkasının sıcaklığını hissetmemiş onlar. Ovala ve ovala.


Bugün mevlit var evinizde. Annen gergin. Sürekli sana iş çıkarta dursun elinde eski telefonla, tuşlu olanlarıyla birilerini arıyor. Tanrının sadık kulu. Yıpranmış saçlarını örten kahverengi başörtüsünü takmış. Üstünde hep gördüğün ve artık onsuz var olmayan annenin bir giysisi dolanıyor zeminde; çiçeklerle dolu, mor ve koyu lacivertim tonlarıyla bezeli uzun bir elbise. Yaşlılığın acımasızlığı memelerine inmiş, onlar eğilmiş ve artık sutyen takmıyor. Makyaj yapmıyor, bir hacı kokusu var üstünde sadece.


“Bulaşıkları hala bitirmedin mi,” diyor.


Senin aklında kelimler var. Ovalıyorsun, babanın yağlı elleriyle çay içtiği bardağı, hep bir leke. O şimdi dışarıda bir meydanın gölgesine tünemiş tespihini çekiyor olmalı. Öyle hayal ediyorsun. Kıstığı gözlerle gençlere ateş püskürüyordur. Beli açık, saçlar kapalı değil ve erkeklerin kulağında küpeler. Ne iğrenç bir dünya demesi sinirine dokunmuyor artık. Kayıtsız kalınmalı değişmesi zor olana. Bunu biliyorsun.


Annen halanla konuşurken mutfağa giriyor, alnında terler var. Başörtüsü ile siliyor. Halla bitiremediğin bulaşıklara bakıp kaşlarını çatıyor sana. Çabuk ol demenin sessiz diktesi.


“Evet bizim kızda çok iyi. Yok üniversiteyi bırakalı çok oldu,” diyor, sesi yaşlı ayaklarının acısını taşıyor. “Vallahi ne yapsın bize bakıyor, yaşlandık iyice hemi... Ahmet’e dışarda bir yerde, kovdum gitti... Sahi senin çocuğum gözüne ne oldu...”


Bulaşıklar bitince helva yapmaya koyuluyorsun. Mutfağın içi kavrulmuş helvanın kokusu ile doluyor, sıcaklığın bile bir kokusu var gibi. Ellerin hep lezzetlidir senin diye söylenen bir tutam sevgi gösterisine kandın. Kavurdukça kokan benliğin mi orada ki. Herkese memnun edici lafların var. Kocaman gülümsemelerin, onları onlardan daha çok iyi anlayıp, onların istediği kişi olmakta iyisin. Düşman değilim ben. Bu oyun böyle mi oynanıyor, yani hayat nasıl yaşanır?


İçeri kadınlar doluşuyor, selamlar, besmeleler, hatır duaları ve bolca neşeli kahkaha. Hepsi yaşlı gözüküyor gözüne. Gençliğin ışığı sönmüş gözlerde, kendince bir amaç aranmış, kaşlarını almayı kesmişler, güzel kıyafetlerin anlamsız olduğu zamandalar artık. Bunun farkındalar. Sığınacağı bir sıcaklık arıyorlar, tanrılarını.


Sen kimse sığınacaksın.


Odana çekiliyorsun. Annenin birazdan gelip, bir gözük, yoksa büyük ayıp olur demesini bekliyorsun. Annen hep büyük şeylere inan kadınlardan. Büyük günahlar, büyük ayıplar, büyük sevinçler var onun hayatında. Her şeyin kocaman olduğu bir dünya. İçinde silikleştiğin dünya burası.


Odanda kendi pişirdiğin helvandan yiyorsun. Tadı biraz fazla şekerli geliyor. Çatal yok. Kendine iş çıkarmak istemiyorsun, parmakların yağlanmış, ojelerinin arasına kaçmış, bunlar seni rahatsız etmiyor. Her lokmada küçük olan şeyleri düşünüyorsun. Küçük değerler, küçük pencereler, küçük kediler ve küçük zamanlar. Helvan bittiğinde moralin bozuluyor. Koridora gizlice çıkmayı başarıp mutfağa girersen bir tabak daha yiyebilirsin. Bugün küçük bir şey yapmaya niyetin yok. Koridora çıkıyorsun. Kimsecikler yok, salondan kahkaha ve iç içe geçmiş yaşlı kadınların sesleri üşüşmüş. Kimseye yakalandığın yok. Mutfağa girip ardından kapıyı kapattığı da Fatma teyzen karşında. Yutkunuyorsun.


“Oy, sen mi gelsin kuzum,” diyor. Sesi o kadar naif ki içinde fısıldadığın küfürler kötü hissetmene neden oluyor. Başörtüsünü çıkarmış, anlından akan terler iri kaşlarında asılı kalmış. Fatma teyze hep çok terleyen insanlardan ola gelmişti. Elindeki boş su bardağını tezgaha bırakıyor.


“Ne yapıyorsun bakalım, çalışıyor musun? Annen seni öve öve bitiremedi. Üniversiteyi ailene bakmak için bırakmanı hepimiz çok taktir ediyoruz kuzum. Kız dediğin ailesine bakmalı dimi?” Son sözler biraz yargı barındırıyor. Gözleri dizlerini gösteren eteğine kaymış, kıs kollu tişörtün içinde memelerinin ucun belli oluyor, belini biraz açıkta bırakıyor. Büyük ayıplar bunlar. İyi kızların alışkanlık yapmaması gereken şeyler.


Ona evet diyorsun, ailem önemli benim için. Bir gülümseme ne kadar zor olur... ilk defa orada düşünme fırsatın oluyor; felçli bir kas, doğru bir şeyin yanlış yapıldı hissi, her seferinde kendiliğinden olanın yokluğu. Çarpık bir gülümseme ile su içmeye geldiğini söylüyorsun. O da gülümsüyor. Çok doğal bir şekilde. Sanırsın kendi kızın, seni kucaklamak isteyen bir sıcaklık var tombul suratında. Alnını silip kapıya giderken “yanımıza gel,” diyor. “Belki hidayet kaparsın.”


Odanda tekrar helvana gömülürken gözlerin etrafı tarıyor. Annen duvarlara posterler asmana izin vermiyor. Melekler girmezmiş. Ruhsuz beyaz duvarlar. Gavur köşesi dediği kitaplığın var; Dostoyevski, George Saunders, Adam Douglas, Chuck Palahniuk, Kafka, Arthur C. Clarke, Orson Scott Card... Hepsi büyük yalanlar ve yalancılar. Kuran oku, hadis. Verilen öğütlerin mezarlığı burası. Yaşadığın yer senden uzak. Yuva diyemeyeceğin kadar ötede hem de. Bir yatak, dağınık çalışma masası; üstünde yenmiş cips ve bisküvi kırıntıları, yarıda bırakılmış kitaplar var. Ve beyazların içinde kayıp olan sen varsın.


Helvan daha bitmemiş ve içerinden dolu dolu neşeli sesler geliyor.


Annen seni arayıp eve dönmeni istediğinde ağladığını hatırlıyorsun. Baban kanser, ölüm kapıda ve ben yalnızım demişti. Sen tam gençliğinin baharında, arkadaşlarının yeni yeni ismini öğrenmiş, belki kurduğun ve içine düşmekten zevk aldığın bir aşkın kapısı aralanacakken cehennem kapılarıyla bakıştın, tekrar; çağrı güçlüydü. Vazifeni yapan biri oldun hep sen.


İçtiğin içkilerin tadını almayacak kadar vicdan ve yanlışlar öğretilmişti sana, doğrular hep başkasına aitti, yanlışların da öyle. Biraz kendin olmak, kitaplarda ki bir aşkın peşinden sarhoş olup uçmak istemiştin. Başarılı ve ne istediğini bilen, eğlenen, annenin değişiyle büyük kahkahalar atmak. İstediğin bu muydu?


Sonra öğrendiğin gerçek ne olmuştu: Baban kanser değil. Annen büyük bir yalancı. Teyzenin kızı fuhuş yapmış, hamileymiş. Büyük utanç. Üniversite münafık yeri. Sana söylenen masum bir yalanla ahiretin güvencede, annene bir teşekkür borçlusun.


“Hem neyne lazım ki okumak. Yalan dolan hepsi. Okuyan işsiz, evden ayrılan yoldan sapıyor, sana güveniyorum ama bu zaman değil,” demişti annen.


O zamanlar odana kaçmıştın, paran yok, gidecek cesaretin ve annenin sözünden çıkan yaramaz çocuk olamayacak kadar sinmiştin hep sen. Zoruna giden zamanlar alışılmışlığa bıraktığında kaç saat tabak sildin. Yönetmen olmak istediğin Hayallerin, yazdığın gizli senaryoları yaktın sen.


Aradan Büyük yıllar geçti, tam tamına beş yıl ve feda ettiğin küçük bir sen. Babanın ayağına çay götürmek, annenin namusu gözlerinde olsun diye. Şimdi bunları hatırlamak acı geliyor sana. Helvanı yiyorsun. Bitiriyorsun.


İçeriden hala kocaman sesler geliyor. Sende bu fırsatı kullanıp mutfağa tekrar dalıyorsun. helva kazanını, adını unuttuğun sonradan odanda parmaklarınla tıkanırcasına yerken tencere demeyi akıl ediyorsun.


Ağzında kocaman lokmalar. Ne kadar çok yersen, ne kadar hızlı olursan, işte o an yaratığın bu hapishanenden kaçabilirmişsin gibi geliyor sana. Yumuluyorsun.


Gözlerinden akan gözyaşları yediğin helvaya karışıp ağzına yollanıyor. Kendini dışarıdan bakıp cool olduğunu düşünüyorsun. Karşında bir fotoğrafçının, o anı, çaresiz ve içinde birikip patlayan volkanı kadraja sığdırmaya çalışıp heyecanla deklanşöre bastığını hayal ediyorsun.


Acı çeken kadınlar hep bir güzel olur.


Acı çektiğini hisset diyor fotoğraf çeken. Gözyaşlarına izin ver, işte böyle, daha büyük ağla. Seni senden alı koyan her şeye.


Sende ağlıyorsun cool cool.


Sonra odanın kapısı açılıyor, saygısızca. Annen hiç odanı tıklatmaz. Öylece girer, o zaman neden bu öfke. Gözlerin doluyor, mahremiyetin saldırı altında ve senin sesin çıkıyor.


“Çık dışarı.”


Annenin de göz bebekleri büyüyor. İnanamıyorum diyen cinsten. Azarlayacak kelimeleri bulamadan şaşkınlığın esirinde, elleri titriyor.


Gülmek geliyor içinden, büyük gülme hem de.

“İçki içtim,” diyorsun. “ANNE!” sessine karışmış bir metal tadı var, sert ve acımasız. Sen hiç acımasız olmadın oysa.


“Bir erkekle yattım.” Bu sözler, yerde boş tencerenin dibinde kalmış parmakların helva aranırken söyleniyor, annenin gözlerinde biriken gözyaşlarını umursamadan yaydan çıkmış bir ok gibi fırlatılıyor. Akan kanı annenin kabaran göğsünde görüyorsun.


Hoşuna gidiyor, güçlüsün. Hissediyorsun.

Bunu da çek fotoğrafçı.


Deklanşör sesi: çkş.


Annen bir şey söylemeden kapıyı suratına kapatıyor, uzaklaşan ayak sesleri komiğine gidiyor.


Büyük kahkaha atıyorsun.


Hem de ne büyük.