Karanlık değildi odanın içi ama aydınlık? Aydınlık hiç değildi. İçerisi, öğlen vakti başına oturulan kitaba devam edebilmek için gözlerin akşamüstü karanlığıyla savaştığı kadar loş ve sinir bozucuydu. Odanın küçük ve yarı yarıya ancak açılan bir pencereye sahip olması temmuzun esintisiz, durağan ikliminde içerideki havayı dayanılmaz yapıyordu. Böylece geçen sene girdiği buhar odasını hatırladı. Kayıt olduğu spor salonunda denemişti ilk defa. Buharın yarattığı boğucu atmosfere dayanamayıp fazla vakit kaybetmeden çıkmıştı içeriden. Böyle bir işkenceye nasıl olurdu da insanlar bile isteye katlanır anlayamamıştı.
Kısa bir süre kalacağından pek eşya getirmemişti kiraladığı bu odaya. Daha önce onlarca kiracının geçici süre yaşamışlığının sonucu genel bir pislik vardı içeride. Duvarları kaplayan rutubet, zemindeki belki iyice bir temizlense bile eski haline dönebilme umudunu çoktan yitirmiş vaziyet, masadaki ince yağ tabakası… Bütün bunlar, evinden getirdiği bir iki parça eşya ve durmadan dinlediği müzik ile odanın tahammül sınırı üzerine esaslı bir kavgaya tutuşmuştu. Evet, odada geçirdiği süre boyunca müziği hiç eksik etmiyordu kendinden. Çok geniş bir müzik dağarcığına da sahip değildi ama bu onu engellemiyordu. Döngü şeklinde dinlediği listesindeki bir şarkıyı belki dört belki beş kere dinliyordu. Müzik önemliydi çünkü düşüncelerini yönlendiriyordu. Böylesine renksiz ve daracık bir odada beynine verebileceği tek malzemeydi çünkü. Sıklıkla evinden ne kadar uzakta olduğunu düşünür ve içini kaplayan bir boşluk hissine teslim olurdu. Çok uzaktaydı. Kilometreler değildi evine uzaklığını belirleyen, canı istediğinde dönemeyeceğini bilmesi yetiyordu. Şimdilik evinden uzakta olmalıydı, ailesinden ve arkadaşlarından.
Az sayıda arkadaşı vardı ama çok şikayetçi değildi bu durumdan. Hepsini uzun yıllardır tanıyor ve yanlarında kendi gibi davranabiliyordu. Diğerleri ise... Onlar yok gibiydi. Küçükken babasının mesleği vesilesiyle çokça ev ve okul değiştirmişti. Haliyle birçok yeni yüz tanımış ama biriyle iyi arkadaş olabilmek için belirlediği süreyi geçirmemişti hepsiyle. Bu süre samimiyetin oluşması için belirlenmişti ve önemli bir koşuldu. Sürenin uzun olduğunu kabul ediyordu lakin bunun kendini kısa sürede tanıtamadığından ileri geldiğini düşündüğü için bir değişikliğe gitmiyordu. Bu bir meziyetti ve maalesef o bu meziyete sahip değildi. İyi arkadaş olamamışsa biriyle, ileride ona dair bir iki anı hatırlasa yeterliydi. İsimleri, yüzleri hızla siliniyordu hafızasından. Bunların yanında bir de küstükleri vardı. Üstelik bu liste epey kalabalıktı. Kendini bu konuda da irdelemiş ve insanlara ikinci şansı veremediği sonucuna ulaşmıştı. Ne yazık ki hemen barışabilen insanlara imrense de onlardan değildi. Özür dilemek ve kabul etmek bu denli zor geldiği için kendisine yüklenirdi devamlı. Nasıl olsun, insan biriyle ipleri koparmışken ertesi gün nasıl barışabilir? Hem özür dilendiğinde yanlışlar hafızadan silinmiyor ki. Hâl böyleyken daha lise bitmeden yalnızlıkla iyi geçinir olmuştu. Yalnızlığı sevdiğini düşünmüyordu yine de. Zaten onun sevilemeyecek bir şey olduğunu düşünmüştü bu zamana kadar, ancak katlanmayı öğrenebilirdin. Tıpkı uzay gibi. Herkes uzay boşluğunun içerdiği sayısız yıldız ve yine sayısız galaksilerle ne kadar muazzam bir güzellikte olduğunu az çok bilirdi fakat bir yandan da insanın aklını yitirmesine neden olacak kadar sonsuz ve bir anlığına bile korunmasız kalsa onu öldürecek kadar kudretliydi o.
Buraya, bu hiç tanımadığı şehre gelmeden önce yalnızlık hesaplamalarını yapmış ve tedbirini almıştı. Tedbir şarttı. Yalnızlığa karşı tedbiri elden bırakmamalı! Böylece yanına bir değil, iki kitap almış ve basketbol topunu da koymuştu zaten çok da doldurmadığı bavuluna. İlk günler çevreyi gezip basketbol oynayabileceği boş bir saha bulmak ve kulaklığını takıp uzun uzun kitap okuyabilmekti planı. Hayat kurtaracak üç şey: kitap, basketbol topu ve kulaklık. Yeni yeni vazgeçilmezlerinden olmuştu bunlar. Bu yüzden büyük açlık duyuyordu bu üçlüye karşı. Önceleri neyle, nasıl zaman geçiriyordum?
Ne var ki böylesi bir yalnızlığı hayal etmiyordu. Planlarının hesapladığı gibi gitmemesine alışkındı. Hep bir şeyleri atlardı. Bu kez yalnızlığı yoğundu ve ne yapmak istese hevesini kırıyor, onu engelliyordu. Her seferinde erteliyordu yapacaklarını. Geleli bir hafta olmuştu ve yolun karşısındaki market dışında hiçbir yere uğramamış, hiç gezmemiş, hiçbir yer keşfetmemişti. Günlerini saatlerce yatar pozisyonda yatağının karşısındaki duvara asılmış sesi çıkmayan televizyona bakarak geçiriyordu. Bir ara bu şekilde sessiz izlemenin normalden çok farklı olmadığını düşünüp güldü. Konuşmalar anlamsızdı. Dizilerdeki senaryolar çocukluktan bu yana görülen rüyalardakinden farksızdı. Dramatik bir şekilde aşka bağlanmalıydı hepsi. Kitapların gücü yoktu onlarda. Hiçbiri yalnızlığı ele alamazdı mesela. Rüyalarda yalnızlık görülmez çünkü. Sonu dramatik bir şekilde aşka bağlanmayacaksa -ki bağlandığı an yalnızlık devreden çıkacaktı- ya da kısa sürmeyecekse, değinilmezdi. Ayrıca insani zaaflardan yoksundu karakterler. Anlamsız konuşmaz, boş boş dalmaz, merdiven çıkarken tökezlemezlerdi. Böylesine hayatın içinde olan şeyler gösterilmezdi bu kutuda. Gerçeklik yoktu. Ne görmek istiyorsak onu izletirlerdi. Bu değil ki yaşamak. Hayat, reklamları bile izletmek için bizim isteklerimize göre şekillenmez ki.
İyice vakit geçmişti yine. Akşam olmuştu. Vaziyeti artık dayanılmaz gelmeye başlamıştı. Dışarı çıkmalı, bir şey yapmalıydı artık. Daha ne kadar bu şekilde zaman geçireceğim ki diye düşündü. Bu düşüncelerle eziyordu kendini. Zaten hiçbir yanlışı içi rahat bir şekilde yapamıyordu. Şöyle ağız tadıyla yanlış bir şeyler yapabilse mutlu olacaktı belki de. Örneğin, keşke zararlı ve yanlış olduğunu bile bile sigara içebilse ve çevresindekilere
-aslında en başta kendisine- karışmayın bu benim yanlışım diyebilseydi. Maalesef yanlışlarına takılır kalırdı. Hatta tatil günlerinde bile gece geç yattığında, keşke erken yatıp erken kalksaydım da uyku yerine spor yaparak, kitap okuyarak harcasaydım günü diye düşünür öfkeyle uyurdu. Ne var ki artık geç yatmadığı gün yoktu. Üstelik çok istemesine rağmen uyumak her zamankinden zor geliyordu. Kendince bunun zaten bir şeyi çok isteyen her insanın başına gelen bir rutin olduğunu düşündü. Uyumak ve rüya görmek böylece bulunduğu bu gittikçe sinirlerini bozan odadan, bu ağır havadan ve yalnızlığından bir süre uzaklaşmak istiyordu. İnsanların acaba bu yüzden mi uyuşturucu kullandığını merak etti ve gözlerini kapattı. Rüya görmek için uyumak… Tam da uyumak için gözlerini kapattığın andan uykuya dalana kadar ne çok şey düşünürdü insan, neler sığdırırdı bu zaman dilimine.
O da düşündü. Onu da düşündü. Onu düşündü. Düşündüğü zamanlarda hiç eksik olmuyordu, virüs gibi yayılıp ele geçirmeye çalışıyordu tüm zihnini. Durdu. Kızdı kendine. Sonra kendi rüyasını görmeye çalıştı. Bir anlam bütünlüğü oluşturamayacak kadar hızlı şekilde karman çorman resimler geliyordu gözünün önüne. Televizyon dizilerinden birkaç sahnenin içine girdi. Lanet diziler! Biriyle kavga ettiğini ve kazandığını gördü. Tekrar o geldi gözünün önüne sonra, hızla sildi görüntüyü ve delice silinen kara tahtadan uçuşan tebeşir tozlarında heyecanın doruklarda olduğu bir futbol maçında koştuğunu, ardında da kendi boyunu aşan dalgalarla mücadele eden bir gemide yolculuk ettiğini gördü. Şimşek gibi gözünün önüne o geldi yine ama tahtayı silmekte gecikmedi öğrencimiz. Hemen sonra da karanlık yağmurlu bir sokakta koştuğunu gördü. İp gibi yağan yağmurun sesiyle kardeş gibi uyumluydu ıslak ayak sesleri. Olmuyor… Durup bir hikâye yazmaya çalışıyordu televizyondaki diziler misali ama ya resimler çok hızlı geliyordu ya da hikâye oluşmuyordu. Hızla giden bir arabadan asfalt yola bakmak gibi bir şeydi bu. Mide bulandırıcı ve anlamsız. Zaten kendini yenmeye çalışmak haybeden bir işti. Rüyaların bu denli güzel olması, konusunu dahi bilmediğimiz bir film izliyormuş gibi içindeki sürprizlerin bizi şaşırtmasından ileri gelirdi. Her rüya bizim için, sadece bizim için tasarlanmış bir hikayeydi. Burada yazan da izleyen de kendisiydi. Bu çabadan vazgeçse, rahatlasa ve boş zihinle uyumayı denese -ki bunu yapabilmeyi çok isterdi- hep aynı yere saplanıyordu düşünceleri. Girmek istemediği bir yere.
O gece de bir şekilde uyuyup uyanmıştı. Acıkmıştı. Dolabını açtığında, dışarı çıkmamak için depoladığı erzakın tükenmiş olduğunu gördü. Dün geceyi de yemeden geçirmişti ve bu kez bir şeyler yemeden duramayacağını hissetti. Fazla düşünmesine fırsat vermeden kendini kapıya itti ve kapıyı açtı. Koridorun serinliği çarptı yüzüne. Temiz ve hafif… Daha ilk adımda ferahladım, diye düşündü. Sokağa çıktığında gün ışığı gözlerini rahatsız etse de iyi hissettirmişti. Bu sefer karşıdaki markete gitmeyecek, sağına dönüp caddenin sonlarına doğru karşısına çıkacak herhangi bir markete girecekti. Yürürken sokaktaki insanların ve esnafın her zamanki seslerini ve telaşlarını duyuyordu. Sanki farklı faklı senaryolar içinde oynayan figüranlardı hepsi. Hepsi bir başkasının figüranı. Mesela karşı kaldırımda çığlıklarla gülen ve hemen yanındakiyle bile haykırırcasına konuşan lise öğrencilerinin oluşturduğu dört kişilik grup, onların on adım kadar önünde biraz daha yavaş yürüse duracak olan yaşlı teyzenin hikayesinde ancak ve ancak akşam yemeğinde hiç evlenmemiş ve artık kırkına merdiven dayamış, bunalımda olan kızına; şimdiki gençlerin ne kadar saygısız olduğundan bahsetmesine yarayacak kadar yer kaplıyordu. Kendisi de başka birinin figüranıydı muhakkak. Hatta büyük ihtimalle yaşlı teyzenin kızı, kırkındaki kadın, kendisi kaynaklı hiçbir tespit dinlemeyecekti ya da şu Japon pazarında çalışan adam kendisini görmemişti bile. Beni belki hiç görmeden yaşayan bu adam için ben yokum ama o benim için bir figüran. Görmemiş olduğum için bu filmde figüran bile olamamış ne çok insan vardır kim bilir. Bu arada ilk defa görmesine rağmen bu adamın dün hatta üç gündür aynı kıyafetleri giydiğini ve aynı kişilere selam verdiğini hissediyordu. Çok emindi. Keşke biriyle bahse girebilseydim.
Sokağın ana yola bağlanmasına elli metre kala bir markette karar kıldı. Yürüdüğü mesafeyi düşünüp tatminkâr bir şekilde girdi içeriye. Yine de en ufak iştah belirtisi yoktu. Karnı açtı kuşkusuz fakat hiçbir şeyde karar kılamıyor, canı hiçbir şey çekmiyordu. Sonunda bir kutu meyve suyu ile peynir alıp çıktı. Simit de iyi olur diye düşündü, zaten yakındı simitçiye. Alışverişi tamamlayıp odasına doğru yürürken dışarıda başka bir işi kalıp kalmadığını düşündü. Bu kadar erken gitmek istemiyordu odasına. Sanki biraz daha kalmalıydı dışarıda fakat sırf keyif için de yürümek istemiyordu. Bunca zaman en yalnız hissettiği ve en sıkıldığı anlarda bile şöyle tek başına dışarı çıkıp hava almak için yürümemişti. Böyle bir şeyi neden yapsındı? Amaçsızlıktı zaten canını sıkan. Yapacak bir şeyi olmaması, yürümek için gitmesi gereken bir yerin eksikliği... Bu yüzden kendini zorlayarak dışarıda gitmesi gereken yerleri düşünüyor, yapması gereken işler yaratıyordu. Neticede hepsini anlamsız bulup eliyordu. Bir tarafı en ufak ihtiyaçları bile bahane ediyorken diğer tarafı karnım aç bile değildi, dışarı çıkmam boşunaydı zihniyetindeydi. Yine savaş vardı… Nefret ediyordu bu halinden. Kararsız kalmak en nefret ettiği şeylerden biriydi. Daha fazla katlanamayacaktı ve adımlarını hızlandırıp odasına yöneldi.
Odaya girdiğinde içerideki havanın hali daha çarpıcı geldi. İki gündür bu odadan çıkmadığına inanamıyordu. Kapı eşiğinde üç dört dakika öylece dikildi. Sanki birisi onu ne kadarına daha dayanabileceğine dair teste tabi tutmuştu. İçeri katiyen girmek istemiyordu fakat dışarıda da işi yoktu. Koridordan ayak sesleri duyup irkilmeden önce bunları düşünüyordu. Kendisini böyle saçma bir yerde görmelerini istemediği için içeri girip kapıyı kapattı. Poşetleri masanın üzerine koyup üstünü değiştirdi. Dışarıda yirmi dakika ancak geçirmişti fakat çıkarttığı tişört sırılsıklam olmuştu. Çıkarken kapatmadığı bilgisayarında çalan şarkıyı fark etti. Çalma listesindeki favori şarkısı değildi fakat favori şarkısının da diğerleri gibi sıradanlaşmaması için sürekli onu dinleyemezdi. Bu şarkı bir görevdi onun için. Zorunluluktan çalan bu şarkı canını sıkmaya başladı. Gidip durdurabilir veya başka bir şarkıya geçebilirdi ama anlamsız olur diye düşündü. Nasılsa şimdi dinlemesem daha sonra yine dinleyeceğim. Odanın içindeki havadan olsa gerek burnu kurumuştu. Nefret ediyordu burnunun kurumasından, nefes almasını zorlaştırıyordu.
Algıları açılmıştı sanki. Her ayrıntı daha bariz gözüküyordu. Üstelik her biri istisnasız canını sıkıyordu. Başı dönmeye başladı ve televizyonun asılı olduğu duvarın altında duran sandalyeyi çekip oturdu. Hemen yanında duran pencereye takıldı gözü. Kalkıp açabildiği kadar açtı pencereyi ve dışarı bakmaya başladı. Kaldığı odanın bir alt katında bir beyaz eşya dükkanı vardı ve kendi penceresinin iki metre kadar altında bu dükkanın uzunca bir tabelası asılıyordu. Pencereden bakarken tabelanın duvara taraf olan arka kısmı görülüyordu. Sayısız izmarit, onlarca kuş pisliği ve paslanmış demirinin tarçın rengi… Midesini bulandırıyordu. Sokak tenha değildi fakat canlı da değildi. Resmen ölmüşler. Şimdi çıkıp şu bakkal ile konuşan adama, “Merhaba, hangi takımlısınız?” diye sorsa, adam cevap verecek olsa dahi hiç tanımadığı birinden gelen bu beklenmedik soruyla irkilecek ve kafasını yarım çevirerek gözlerini kısıp uzun uzun baktıktan sonra soğuk bir ses tonuyla konuşacaktı. Daha hiçbir şey yaşanmadan bu adama karşı büyük bir kin duydu fakat hemen akabinde durup dururken kim olsa, böyle bir soruyla karşılaşsa aynı tepkiyi verirdi diye geçirdi içinden. Hayır, en azından böyle alçakça bir bakış atmazdım ben. Lanet herifin gözlerinde kendinden başka herkesin anormal olduğu düşüncesi vardı sanki. Böyle insanlardan ömür boyu uzak durmak gerek.
Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Böylece anlamsızca ara gaz veren motorların ve birçok insanın trafiği açmanın nihai çözümü belledikleri korna seslerini filtrelemeyi umuyordu. Buradan, bu odadan uzaklaşmak, sorunlarından kurtulmak istiyordu ayrıca. Yemekten zevk almadığı zamanlarda yemek, favori şarkısı gelene kadar diğerlerini dinlemek zorunda kalmak… Yapacaklarına bahane, yaptıklarında anlam aramak… Hayalleri, düşünceleri dahi sınırlandırmanın gerekliliğine kendini inandırmak… Yanlışlar… Çok fazla yanlış… İstemiyordu artık bunları.
Tüylerini diken diken eden hafif bir rüzgâr hissederken terli suratında, tatlı bir rahatlık yayıldı vücuduna. Başarıyordu sanki. Aynı zamanda yüreği ruhunun derinlerinden gelen bir coşku dalgasıyla gümbür gümbür atıyordu. Gülümsemekten alıkoyamıyordu kendini. Gelişen bu duyguları karşısında kucağında mısırıyla bir film izliyormuş gibiydi, öylesine etkisiz. Galiba bu sefer hakiki bir rüya görüyordu. Artık dış sesler büsbütün kesilmiş, kendiyle baş başa kalmıştı. İşte sessizlik... Teninde bir tuhaflık vardı. Dokunma hissi körelmiş gibiydi. Vücudundaki bütün kaslar tümüyle gevşemişti. Damarlarının gerginliğini hissetti. Sonsuz bir hızda akıyor olmalıydı kanı çünkü kalbi kafesinden çıkarcasına atıyordu. Sanki yapılması gereken belliydi fakat kendisi bilmiyordu. Karşı duramayacağı bir akıntı içindeydi. Bu yüzden düşünmenin ve harekete geçmenin anlamsızlığını fark etti. Acaba ne kadar zaman geçmişti ya da bu sessizliğe neden olan şey neydi? Bunları düşünmüyordu. Gözlerini açmak istiyordu fakat meraktan değil. Böylesine kutsal bir saadet anına erişirken hiçbir detayı kaçırmak istemiyordu sadece o kadar. Sonuçta bir daha böylesi bir seviyeye ulaşamayabilirdi. Daha sonrası için, hatırlatıcı bir şeyler yakalamak için istiyordu gözlerini açmayı. Bir çocuğun yaz tatilinden kalma topladığı deniz kabukları misali.
Şimdi gözlerini açmayı başarabildiğinde karşısında sonsuz bir beyaz vardı. Fakat süt beyazı gibi gerçek dışı değil; kusurlara sahip, samimi ve huzur verici sessizlikte, kırık bir beyazdı. Bu beyazın altı kımıl kımıl hareketliydi. Yalnız bu hareketlilikte sanatsal bir şeyler olduğuna yemin edebilirdi. Köpürcükler çıkaran bir akıntı.
Meriç Koç
2022-10-28T01:03:32+03:00Hiç fena değildi ,iyiydi. Kaleminize sağlık. :)