Bir anlık dalgınlıkla elindeki bıçağı ayağının üzerine düşürdü. Diklemesine… İki parmak arasına denk gelen bıçak parmak arası terliklerin yararı üzerine üç paragraflık kompozisyon yazdırırdı. Ancak parmak arası terliklerden değil de parmak arası tersliklerden söz etmek daha uygun olacak.

Zira kanıyor yahu.

Karşı dairenin zilini çalmak için iyi bir bahane ya da “bana ne” de olabilir.

Kapının ortasındaki miyop boşluk bir an karardı, bir an aydınlandı. Evde birileri…

Bir ileri, iki geri…

Kısacık şortu, çırpı bacakları, kalemle tutturulmuş topuzuyla zili çalarken kapı gıcırtıyla açıldığında, cümle alem kısa şortunu ve bakımsız saçlarını ayıpladığında, parmak arası terliğin toplumsal değerlere uygun olup olmadığı sorgulandığında, olayın bıçaklama mı, yoksa intihar girişimi mi olduğu hakkında beyin fırtınası yapılmaya başlandığında saat akşamın yedisiydi.

Apartman boşluğunda herkesin kendi payına düşeni ödemesi için bakiyesi her ay on ikiye bölünen otomat söndüğünde, kaldığı karanlıkta kanayan ayak parmağını oynattı. Kanama artıyor, ılık kırmızılık parmak arası terliği, parmak yarası terliğe dönüştürmeye devam ediyordu.

Kapı açıldığında evin içinden sızan ışığı takip etmesi gerektiğini fark etti. Sinema salonlarındaki el fenerli yer göstericilerden biri kapıda belirdiğinde çanak anten yerine geçebilecek kadar işlevsel olan topuzu biraz parazitlendi.

Yerlerde itinayla kesilmiş üçüncü sayfa haberlerinin sıkıca birleştirilmesiyle gazetelerden oluşturulmuş bir kağıt halının üzerinde yürümeye başladılar. Etraf kalabalıktı. Kekre bir umutsuzluk çökmüştü eski model divanların çiçekli örtülerinin üzerine.

Pencerelerden sarkan sardunyalar çürümüş, akvaryumdaki japon balıklarında sivri köpek dişleri oluşmuş, ayaklardaki nasırlar kuru kafa halini almıştı.

Cümle alemin kapısını çaldığının farkında değildi. Ta ki yerlere saçılmış çekirdek kabuklarını görene kadar…

Sürekli sırıtan rengi kaçmış bir devetabanının kenarında, büyük bir sepetin içinde duran gece görüşlü enkaz tespit gözlükleri, mevlütlerde dağıtılan etsiz pilava eklenmek için saklanmış çürümüş parça etler, evlenememiş kızlara takılmak üzere biriktirilen kola kutusu kapak kenarından yüzükler, gelinliklerin üzerinden bele takılan karıncalanmış beyaz ya da kırmızı kalın bekaret kurdeleleri, istenmediği için doğurulmamış çocuklara biçilen donlar, istendiği halde doğurulamamış çocuklar için yapılacak kısırlara ayrılmış çürümüş soğanlar, konu komşunun kaç kere evlendiği anlaşılsın, bilinsin diye inceleme yapmak üzere tutsak edilen nüfus müdürlerinin evkaf kollukları yer yer sepetin içinden sarkıyor ya da rüzgarlı bir havada suları alt balkona damlasın diye özellikle dışarı doğru asılmış çamaşırlar gibi dalgalanıyorlardı.

Geniş kalçalı, çok bilezikli, az gülen kadınlarla, öksürüğü göğsüne inerek balgamlaşmış, büyük ve kıllı kulaklı, acımasız adamlardan oluşan topluluğun adı bazen cümle alem, bazen de el alem olarak değişiyor, genişliyor, daralıyor ve fakat asla yok olmuyordu. Yaşları 18 ila 118 arasında değişiyordu.

Gökyüzüne bakmayı unutmuş, kalıplı kıyafetli insanların kitaplar arasında kaybolsalar bile kendilerini hapsettikleri sonsuz boşluktan çıkamadıklarını fark ettiğinde gün batmış, saat sekizi çoktan geçmişti.

Kınadıklarıyla sınanacak olan ama bu gerçeği şimdilik asla bilemeyecek olan bu kalabalık, gürültülü koloni müzik dinlemez; kendi yarattıkları kakafoninin bozulacağı korkusuyla ne zaman bir yerlerden müzik sesi gelse elektriklerin kesilmesi için elektrik direklerini tekmeler, sallarlardı. Ne zaman nerede eğlenen, gülen, sarılan insanlar görseler bir elleriyle ağızlarını kapatıp ayıplara karışırlardı.

Kayıplara karışsınlar isterdik ama hep ayıplara karıştılar.

Çocukların doğduktan sonra hangi okullarda okuyacaklarını, ayaklarının içe basıp basmadığını, bisikletlerinin olup olmadığını takip ederler, buldukları kendilerince eksik gedik her türlü içerikte anne babaları üzmek amacıyla kahve köpüğün derinliğini ölçmek için açık yeşil yeleklerinin cebinde taşıdıkları gönyelerle misafirliklere giderlerdi.

Çıktıkları kapıdan birkaç saat sonra geri girerler ve o kapının ötesinde neler olduğunun bilinmesine asla izin vermezlerdi.

Şimdi bu tuhaf dünyaya bir el feneri işçisinin yardımıyla bile isteye giriş yapmış olmak ve kanayan bir terlikle gazeteden yapılma halıların üzerinde yürüyor olmak sıra dışı bir deneyimdi. Her şey bıçağın ayağının üzerine düşmesiyle başlamıştı. Kapıyı yardım etmek için değil, merak ettikleri için açmışlardı.

Kendilerine başkalarının hayat hikayelerinden konfor yarattıklarını düşünüyor olabilirlerdi.

Bir çiçeğe su verirken, bir insanı severken yani tüm hatalarıyla, yanılgılarıyla, düşüşü ve kalkışlarıyla bağra basarken, el alem ya da cümle alem olmayı değil de insan olmayı seçerken verilen mücadeleyi düşündü.

Şair “Şimdi sen de herkes gibisin.” derken aslında ne kadar da ağır konuşuyordu…

Kim isterdi? Herkes gibilik biraz çürüktü. Epeyce kokuyordu. Kimse istemezdi.

Evin derinliklerine doğru yürümeye devam etti. Her yer denize sıfır uçurum, her yer sinek ve yer yer metan gazı… Büyük aynalarla dolu bir odaya geldiğinde durdu. Aynaya yaklaştı. Kendine baktı. Saçına, gözlerine… Yorgun görünüyordu. Ayağındaki kan kurumuş, mor ojelerinin üzerine kırmızı yollar çizmişti. Yol görünüyor bana, diye düşündü. Evin yolu olsa iyi olurdu. Bunların arasına karışıp kalma korkusuyla içi ürperdi. Yardım edecekleri yoktu. Bakıyor, geçiyorlardı.

 

Büyük saat tam dokuzu gösterdiğinde aynalı odanın içi birden kalabalıklaştı. Herkes oradaydı.

Evlilik hesapçısı Semaver abla, miras hesapçısı Mintan amca, doğurganlık bekçisi Alenen teyze, çocuk zeka tespitçisi Bardak abi.

Aynaların önüne geçip tekrar tekrar kendilerini görmeye çalışıyor ve fakat bir türlü kendilerine rastlayamıyorlardı. Yine olmadı diye hayıflandılar. Bu kısa şortlu, saçı parazitli kıza kapıyı açmak ve içeri buyur etmek de kurtaramamıştı onları. Huylu huyundan vazgeçmedikçe, vicdan iyileştirilmedikçe kurtulamıyorlardı.

Anten topuzu hafifçe titredi. Durumu anlamaya başladığını fark etti. Bu herkes kalabalığı ve kendilerini aynada göremiyor, kendilerine bakamıyor, kendileriyle göz göze gelemiyorlardı. Ooo, diye harflendi kendi kendine…(Şşş veya aaa da harflenmeydi, evet.) Büyük bir ceza aslında. Asla kendilerine bakamayacaklar. Neye benzedikleri hakkında en ufacık bir fikirleri yok.

El fenerli işçiye rica etti. Geldikleri yoldan, çürümüş mobilyaların arasından yürüyerek evin çıkışına yöneldiler. Artık daha hızlı yürüyordu. Apartman otomatı söndüğünde evinin kapısından içeri girmiş, heyecanla aynaya yapışmıştı. Aman iyi, diye düşündü. Kendimi görebiliyorum. Beni de görebiliyorsun diye sağa sola meyletti topuzu. Tokasıyla sağlamlaştırdı kafasındaki öbeği. Tabii ki, dedi. Sensiz olmazdı.

Evet; bilezikleri, kıllı kulakları, geniş kalçaları dikkat çekiciydi. Ancak kınanacak, şaşıracak, ayıplanacak bir şey bulamamış olmasına şaşırdı. Kimi dura dura konuşuyordu. Kiminin ayakları çok büyüktü. Kimi iki ay önce boşanmış, on gün önce evlenmişti. Kimi düğünde masayı terk etmişti. Kimine sümbül gaz yapıyordu. İlgilendi. Tanımak istedikleri oldu içlerinde. Hikayelerini merak etti. Aradaki fark buydu sanırım. En az onlar kadar görüyor, duyuyor, arada sırada şaşırıyordu. Ancak hiçbir zaman kınamıyordu. Anlamaya çalışıyor, yardım etmeye çalışıyor, seçilen her yola saygı duymaya gayret ediyordu. Ucunda herhangi bir canlıya zarar verecek herhangi bir şey olmadığı anda her hayat kendisine sahip olana özeldi. İnsanın hata yapma, saçmalama, karar verme, çoğunluğa uymama, çok satanları okumama, en iyi oyuncu yerine en iyi yardımcı oyuncuyla ilgilenme hakkı vardı.

Ayağındaki kanı temizledi. Kanama durmuştu ama canı acıyordu. Terliğini altına yapışan bir üçüncü sayfa haberi ilişti gözüne. Müziği açtı. Teo söyleniyordu. Teo bu şarkıyı söylemiyordu. Söyleniyordu. “Dün insanlara baktım kendi kirli camımdan… Terk edilmişler çoktan yaradan tarafından.” Birlikte söylendiler.


İnsan olmayı ve aynaya bakabilmeyi seçenlere saygıyla…