Ben çoktan ölmüşüm
Meğer yalnızca nefes almakta olan yürüyen bir cesede dönmüşüm
Umutlarım ölmüş, inançlarım ölmüş
Tüm beklentilerim ve hayallerimin soyları kırılmış bir bir
Bundan sonra yapabileceğim tek şey;
El âlemi
Kılınmaya geç kalınmış bir cenaze namazına davet olur ancak herhalde
Dünya denen bu delilik âleminde geçirmekte olduğum otuz eksi altıncı yıl ekseninde
Miadımı tamamlayana dek
Daha da yaşamaya değer hiçbir şey bulamıyorum... Ne acı...
Uyuyorum, uyanıyorum ve
Varlığımı bir günden ötekine geçirmeyi sürdürmeyi seçiyorum işte... Ne içsel mücadele...
Gelecek mefhumuna gelince;
Orası tam bir muallak, tam bir belirsizlik çukuru işte
O çukurun içi ya pislik dolu; kelimenin tam anlamıyla bir pislik çukuru
Ya nergis, lavanta, orkide, sümbüllü; mis gibi çiçek kokulu
Ya da yer yer pislik, yer yer çiçek dolu
Adı üstünde; belirsizlik çukuru
Namıdiğer ''gelecek'' işte...
Ben bu zamana dek
Her ihtimale karşı kendimi içeriden iyi beslemeye çalıştım hep
Olur da batırıverirsem bir şeyleri ve hayatım ve de geleceğim dönerse pislik çukuruna;
En azından gübrem kaliteli olsun
Belki o batırdığım yerlerden verimli otlar, çiçekler bitiverir nihayetinde diye...
Her ihtimale karşı, bir umut, yine de umut, çaresizce...
Bu ne çeşit bir yenilmeye doymamaksa böyle!..
Fobi külliyatıma bir yenisi daha eklendi son zamanlarda;
Hayal kurma ve yeniden umutlanma, yeniden inanma fobisi...
Zira artık içsel gücüm kalmadı sil baştan hüsrana uğramaya
Yeniden düşmeye, düşürülmeye, yerlerdeki tozları ruhumla ve kalbimle süpürmeye
Diyorum ya işte; yaşayan bir ölü oldum artık ben
Sanırım bayağıdır da öyleyim zaten... Eyvah!
Ama Allah kahretmesin ki içimdeki savaşçı kişiliğim
Çok direndi bunu kabul etmemeye
Çok direndi tüm bu olmama hâllerine rağmen umutlarını tüketmemeye...
İnatçıydı çok
Ve de oldukça dirençli…
Toyluktan olsa gerek... Kırıcı...
‘’Sen kendini ne sandın?
Şu koskoca hayata
162 santim boy, 52 kiloyla
Kafa tutabileceğine, bu harpten sahiden galip çıkabileceğine mi inandın?’’
Ne cehalet ama!
Toyluktan olsa gerek... Üzücü...
Şu dünyadaki otuz eksi altıncı yılımda
Kendimi yitik, bitik
İçi boşalmış, ruhu emilmiş ve de çekilmiş
Hissediyorum…
Bir taraftan
Otuz eksi altıncı yılım değil de
Otuz altıncı yılımmış gibi
İlaveten on iki yıllık bir yıpranma payı çöreklenmiş gibi sanki ruhumun ve kalbimin üzerine...
Diğer taraftan
Otuz eksi altıncı yılım değil de
Altıncı yılımmış gibi
Bu dünyaya daha yeni gelmişim, birçok güzel şeyi henüz deneyimlememişim, yaşamı ruhumun ciğerlerine doyasıya çekmemişim, cahilmişim de cahilmişim gibi... Eyvah!
Acımasızca...
Sorumlu aramıyorum, hele suçlu hiç…
Eminim çokça hatam olmuştur benim
Çokça becerememelerim, idrak edememelerim
Gözlerimin önündekini bir türlü görememelerim
Yapamamalarım, olduramamalarım
Üst üste hatalı olanı seçme konusundaki akılsız ısrarlarım
Ve gereksiz direnen ve dayanan, tuhaf sabit yapım da
Etkili olmuştur eminim...
Olsun, n’apayım...
İşte ben de bunlarla donatılıp bu adeta kafayı yemiş dünyaya gönderilmişim
Evet, kafayı yemiş bu dünya
Sıyırmış hatta
Ya da ben yemişim kafayı ve de sıyırmışım dibini evde kalan son ekmek parçasıyla, şöyle bir güzel bana bana
Oh, afiyet olsun bana!
Kendime hakkım helaldir!
Aklım ermeye başladığından beri bir türlü barışamasam da şu dünyayla
Kendime sevgim, saygım baki...
Zira en başından, doğduğum andan itibaren
Her an
An be an diyorum bak
Ben'in yanında yine hep ben vardı
Bazen hiç kimse ve hiçbir şey yoktu ama
O zaman da ''ben'' vardı yine işte
O yüzden benim nezdimde
Ben'in yeri ayrı, çok ayrı, hep ayrı...
Kendime hakkım helaldir!