Hayat,

hiçbir zaman beklediğimizi vermiyor işte.


Belki de biz yanlış zamanda bekliyoruz.



Beklentilerim ve düşüncelerim değişeli çok olmadı. Doğanın döngüsünde yoğrulmaktan öte, ardı ardına bitmeyecek dünyevi heveslerin içinde boğulmaktan başka bir şey düşünemediğimi fark edeli de çok olmadı.

Ancak bu fark edişin bir fark ediliş olmasına izin vermedim. Bir süre bu şekilde yoğrulmak benden bir şey götürmediği gibi bir şey de getirmedi. Belki bazı varoluşlar sancılarını sessize almışlardır dedim. Çünkü bir sancım da olmadı. Her varoluşun, bir yok oluşun beraberinde geldiğini bildiğime çok emindim. Göremediğim ayrıntı ise her yokoluşun bir yıkımla birlikte gerçekleşmediğiydi. Neticede bir boğuluş, bir toz oluş gerekmemeliydi her yok oluşta. 

Bu defa küllerimden yeniden doğma evrem olmadı. Her düşüş bir öncekinden daha dayanıklı kaydırdı ayağımı. Yine düşüyorum ama tutunarak. Bizi bu noktaya getiren her şey, tutunmaya sebeplerimiz değil midir zaten? Buradayım, şu andayım ve şu anki ben olarak. İçimizdeki bir ses, belki de çok ses, “hadi” demez mi çoğu zaman? İşte o sesle karşılıklı oturuyoruz şimdilerde. Bazen düşünüyoruz, bazen susuyoruz… O, geçmişi kurcalıyor çoğu zaman. Geçmiş, olanlardan habersiz yerinde sayıyor ya da fark edilmenin gururunu taşıyor. Geleceğin hiçbir şeyden haberi yok. Örtülmeyi unutmuş yazlık evi eşyaları gibi her yerini toz bürümüş. Geleceğin bir silüeti yok. Üflenip temizlenmeyi, oluşturulmayı bekliyor yalnızca.

Ses, geçmişin izinden yürümeyi kolay kılıyor. “Ne de olsa bildiğimiz yol” diyor kendince. “Sahiden bildiğimiz yol mu?” demekten kendimi alıkoyamıyorum. Yolu bilebilseydik, geçmek zorunda kalır mıydık? Alışageldiğimiz her şeyin daha kolay olduğu anlayışını bize kim aşıladı? Tanıdığın güvenilir olduğunu, bir seçenek varsa önce bilindiğin tercih edilmesi gerektiğini nereden öğrendik? Bunların hepsi insan çırpıntıları… Bilinmeyenin ötesinde bir mutluluk varsa dahi, bilinenin net oluşunda kaybolup gitmeyi tercih etmeyi sığdırıyoruz hayatlarımıza.

Hayatım, belki de hayatımız bu düşüncelerin sığlığında boğulmamıza neden oluyor. Aynı yollardan geçtiğimiz, aynı durakta rastladığımız, aynı banklarda oturduğumuz her insanın kendi mücadelesinin söz konusu olduğu bu dünyada neden birçoğumuz çırpıntıların farkında değiliz? Hepimize adil vurmayan dalgaları değil de neden dalgaya rağmen denizi izlemeye devam etmemize tutunmuyoruz? Dalgalar da denize dahil. Ancak deniz, dalgalardan ibaret değil. Söz konusu yer yüzündeki cenneti oluşturmaksa her birimiz için, cennet şu an değil midir? Sınırlandırılmışlık, aptal bir umut etmeye itiyor sanki. Olmaya değil, bakmaya çalışıyoruz sadece. Yarını oluşturmakla değil, dünü eleştirmekle yumuyoruz gözlerimizi. İnsan işte! Düşünebilen ama sindiremeyen varlık. Sindirenler, sınırı aşanlarda saklı. Sınır, onu geçmeye çalışan herkese bilindik bir öfkeyle dolu.