Nisanın sonu, mayısın başı arası bir tarih. Saat on beş otuz yedi; güneşli, mis gibi kokan, içimi kıpır kıpır eden; İstiklal Caddesi'nde iki adımda bir göz göze geldiğim her siyah saçlı, beyaz tenli, derin derin çevresine bakan kızlara aşık olmamak için kendime zor hakim olduğum bir gün. Şu sıralar herkesin ağzında olan, tatlı tatlı birbirlerine söyledikleri ”baharın verdiği heyecan olmalı” benimkisi de.

Zaten yılda bir kere başıma gelen bu güzel duyguyu; yaşamın ve yoksulluğun verdiği sıkıntılar içinde kaybediyorum. Kalkıp pencereyi açıyorum, sonra insanlara bakıyorum; acaba onlar da benim gibi iki adımda bir gördükleri siyah saçlı, beyaz tenli kızlara aşık oluyor mudur diye. Uzun uzun bakıyorum fakat anlayamıyorum. Ama biliyorum. Beni sarıp sarmalayan bu heyecanın aynısından onlarda da olduğunu biliyorum. Sonra ezan okunmaya başlıyor. Yanımda çalan klarnetin sesi ile ezan sesi birbirine dolanıp kulağıma gelirken beni iki parçaya ayırıyor. Bir tarafım kalbim, vicdanım; diğer tarafım aklım ve mantığım…


Sonra acaba diyorum, acaba… Bu acabalardan ve keşkelerden nefret ediyorum. Önce klarnetin sesi kesiliyor, ardından ezan sesi.


Ve ben kalbimin ve vicdanımın sesini dinlemeye başlıyorum.