Harabe bir şehirden geçiyor gibiyim, yıkılmış her şey. Anımsıyorum şuradaki bahçeyi, ağaçları kesip da yerine dükkan yapmışlardı. İşte o dükkan tüm heybetiyle (!) dikilmiş karşıma Güler gibi, kutsal bir mabet gibi duruyor karşımda. İşte yıkılmış bir şehir karşımda dikiliyor. Gökyüzüne uzanırcasına dokunmak ister gibi, dokunup bir şeyleri yıkmak ister gibi. Gücünün farkında olması beni ürkütüyor. Şu yıkılmış şehir beni bir garip ediyor, hasta gibi. Bir baloncu çocuğa satmalıyım şu kafamı ya da ikinci el bir radyo almalıyım. Bir şeyler yapmalı cümlesini yeterince hırpaladım ama ben hala korkak bir çocuğum. Çünkü ben bir bilgeye bir şey soracak olsam nasıl olduğunu sorardım. Çünkü bir sır verse onunla ne yapacağımı bilmiyorum, ondan duyabileceğim önemli şeyleri merak ediyor muyum bilmiyorum ve öyle geliyor ki nasılsın sorusunu sormak daha münasip kaçar, en azından bana kendimi daha iyi hissettirir ama bilmem kaç yıl sonra bir yerde çay içerken aklıma keşke başka bir şey sorsaydım fikri gelebilir, bundan çok eminim. Ve bu bana yüce ruhlar olmadığımızı düşündürtüyor. Öyle düşünün ya da düşünmeyin ama öylesine ama öylesine sıradan varlıklarız, kendi hayatımızın içinde hatta kendi içimizde kaybolmuşuz. Kararlar alıyor yargılara varıyoruz. Yalnız olmadığımızı görmek istiyoruz, bilinmek istiyoruz. İtiraf ediyorum bir yerlere ait hissetmek beni rahatlatıyor. Yani bir insanın benimle aynı fikirde olması ya da aynı acıları görmüş olmak, anlayabilmek ve
anlaşılabilmek ama aynı zamanda eşsiz olduğumuzu düşünüyoruz, bunu görmek istiyoruz. EVRİLİYORUZ, EVRİLİYORUZ VE EVRİLİYORUZ.
Bizler ara formuz, ne çok ilkel ne de gelişmiş canlılarız. Duygusal ya da mental evrimimiz bitmedi. Bilimin kendini beğenmişliği ve romantizmin fazla romantikliğinin farkındayız. Çektiğim bunun sancısı belki ve inanın bana hiç de yalnız değilmişim gibi geliyor. Duygularımızın ve mantığımızın arasında sıkışıp kaldık ama evrimleşeceğiz, evrimleşeceğiz ve evrimleşeceğiz.