Ağzını bıçak açmıyordu. Günler oldu ki ağaçların arasında dolanıyor, onlara uzun uzun bakıyor, sonra kafasını gökyüzüne dikiyor, bir süre sonra da yorulmuş bir edayla omuzlarını ve göz kapaklarını sallandırıveriyordu. Karşı koyamadığı bir güç vardı. Yer çekimi gibi. Varlığı kendini alenen belli etmeyen. Karşı konulamaz ve belki hazcı bir ruha yakışır cinsten. Sanki evladına sarılır gibi sarılıyordu bu hisse. Belki de evladına sarıldığından daha sıkı. Tahminince öyleydi, balkondan sadece bu kadarını görebiliyordu. Bir kat daha çıksa, terastan baksa daha geniş çaplı görebilir miydi onun beyninde dönenleri? Yahut biz yaz gecesi yıldızları izlerken uykuya yenik düşen o gözleri, sabahında yere bakarken bulmuş gibi çıksa çatıya, dikse önce gözlerini gökyüzüne, onun gördüklerini görebilir miydi? Döndüğü zaman yere serdiği kilimin desenini gördüğü gibi bütün ayrıntılarıyla görebilir miydi eşinin yüreğini? Yahut inseydi çatıdan, daha da inse, onun gibi sokulsa ağaçlara sessizce. Anlar mıydı bir insan ağaçlarla ne konuşabilirdi? Kimsenin duymadığı ama arşı yırtan bir çığlıkla. Gitse yanına, konuşsa, havadan sudan konuşsa, elmadan erikten konuşsa anlayabilir miydi?


Balkondan bir süre daha baktıktan sonra gerçekten emin olmuş gibiydi. Bu defa yanına gidecek, soracaktı halini. Ama gitse ne diyeceğini bilmiyor, sanki yeni tanıştığı biriyle konuşmaya çalışıyormuş gibi güçlü bahaneler arıyordu. Vakit öğleye çalıyordu. Öğle yemeğini hazırlamak için eve girdiğinden bu yana yaklaşık yarım saat geçmiş ve bu süreç boyunca eşinin ağaçların altında dolanmasından, hafif bahçenin kenarında kalan ceviz ağacının altına uyuyakalmasına kadar her şeye balkon kenarında bacaklarının uyuştuğunu bile fark etmeden şahit olmuştu. Eve girdi, şüphesiz onun yanına gitmek için en iyi bahane, onu sofraya çağırmak olacaktı. Önce mutfağın içinde dört döndü. Dolap kapağını açtı, sonra ne alacağını anımsayamayıp kapattı. Dönüp meyve selesine yanaştı, bir erik aldı. Çok fazla düşünmeden eriği ağzına attı. Elinde bir tek çekirdek kalana kadar boş bir noktaya bakarak kemirdi. Sonra çekirdeğini alıp çöpe attı. Hemen yan taraftaki musluğa uzandı ve ellerini yıkadı. Ellerinden akan sudan rahatsız oldu ve dolabın kapağında asılı duran havluya sarıldı. İşi bitince havluyu yerine astı. Hala boşluktaydı. Yemek hazırlamalıydı. Dolabı açıp tapır olarak kullandığı sefer taslarını bir bir kurcaladı. Dünden kalma biraz bulgur pilavı, biraz kuru vardı. Onları ısıtmaya karar verdi. Çocuklar zaten okuldaydı ve yemekler ikisine rahatlıkla yeterdi.

Sofrayı hazırlayıp yanına gitti. Usulca eğilip elini omzuna koydu ve hafif hareketlerle sarsmaya başladı. Nasuh, Nasuh hadi kalk, sofrayı hazır ettim. Usulca toparlandı kocası. Gözlerini uzakta bir şeyi görmeye çalışır gibi irileştirdi. Sırtına duran kulunçları kütletti, “ne ara geçmişim ben” diye mırıldandı, kendi kendine konuşur gibiydi. Ama karısı cevap vermek istedi, “Çok yorulmuştun, ben de ondan ağırdan aldım sofrayı” dedi, biraz ortam yumuşatmak istemişçesine hafif şakalı devam etti, “Hem yemekten sonra çok çalışacağız, azıcık dinlen dedim; şimdi de erikleri indireceksin, erikleri tez vakitte indirmek lazım dalından, iyice erdi mi alan olmaz“ gibi şeyler geveledi ağzında. Nasuh pek alakadar değil gibiydi. Toparlanmak istedi. Bu sırada Ayten dayanamadı ve usulca çöküp elini toparlanmakta olan kocasının dizine koydu. Otur hele iki dakika bi' dedi. Nasuh garipsemiş halde tekrar oturdu kalkmak üzere olduğu yere. Ayten kocasına bakarken gözleri doldu. Ne bu hal Nasuh, dedi. Nasuh isteksiz ve anlamamış bir bakış attı. “Neyi varmış halimin Ayten?Yorulmuşum, azıcık içim geçmiş şurada.” Ayten gözlerini indirdi. “Sen bu yalanla çocuklarını bile kandıramazsın, onlar bile farkında her şeyin. Sürekli gelip eteğime yapışıyorlar anne babamın neyi var, anne biz babamı kızdıracak bir şey mi yaptık deyip duruyorlar, onlara da ne diyeceğimi şaşırdım. Bak Nasuh, neyse derdin anlat, birlikte çözelim, hem biz bugünler için söz vermedik mi?” “Hangi günler?” “Nasuh gözünü seveyim yapma böyle şeyler. Konuş bizimle, anlat derdini. Bu halini gördükçe korkar olduk, günlerdir kelam kesmiyorsun, elin çenende kukumav kuşu gibi düşünüyorsun, gelinlik yaşı geçmiş de everilmemiş kızlar gibi pencere önlerinde oturup boş boş sokağı izliyorsun. Sana söyleneni duymuyor, duyduğunu da duymazdan geliyorsun…” “Yeter Aysel, tamam, amma kurmuşsun sen de. Hani sofrayı nere kurdun?”


                                                  

*

               

Afiyet olsun diyerek girdi içeriye. Sofranın başında babası, dedesi, kız kardeşi vardı. Annesi mutfakla masa arasında gidip geliyordu. Dedesi karşılık verdi bu güzel temennisine: “Sağ olasın evlat, hadi acele et de sokul sofraya.” Bu sırada Ahmet salondaki koltuğun üzerine çantasını ve ceketini atmakla meşguldü. Geliyorum dede, deyip elini yüzünü yıkadıktan sonra koştur koştur masaya oturdu. Annesi de gelmiş, aile eşrafı tamamlanmıştı. Hal hatır, muhabbet başladılar yemeye. Çatal kaşık sesleri arasında hala devam ediyorlardı sohbetlerine. Babası dönüp Ahmet’e nerede kaldığını sordu. Dershanem vardı ya bugün baba, diye karşılık verdi.

-Biliyorum da daha erken bitiyordu dershanen.

-Öyleydi de baba yolda Nasuh Abi'yle karşılaştık. O da tutturdu bir limonata ısmarlayayım diye.

-Nasuh?

-Hani baba var ya senin ilkokul arkadaşın, o.

Dedesi girdi araya:

-Gımıldamazların Hakkı'nın oğlu değil mi o?

-Evet baba, kaç sene evvel bir yerde kapı komşumuzdu. Bir şirkete çalışmaya gelmiş o zamanlar. Çoluk çocuğu toplamış gelmiş buralara. Bir iki ay kirada durdular burada ,çok beceremedi zaten şirkette de. Hanımın bileziklerini satıp bir bahçe almışlar ,oraya da iki göz izbe gibi bir yer yapmışlar, taşınıp gittiler. Ahmet’in çocukluğunu bilir. Seni nasıl tanımış ya peki Ahmet? Yıllar geçti görüşmeyeli onlarla.

-Ben de şaşırdım ilk önce baba. Arkamdan bir ses Ahmet dedi, döndüm baktım Nasuh Abi. Hiç değişmemiş, sadece biraz durgun duruyordu. Ben de sordum nasıl tanıdın beni diye, “Senin o cin cin bakan gözlerini unutur muyum Ahmet, ben o gözleri muhabbet kuşumu kaçırdığın gün kazıdım aklıma” deyip dalga geçti. Ailecek güldüler bu konuşmanın üzerine.

-N’apar, ne edermiş?

-Bilmem ki baba, Aysel Abla doktora geldik dedi, Nasuh Abi geziyoruz koçum deyip geçiştirdi, dedi Ahmet. Dedesi iç çektikten sonra anlatmaya başladı.

-Babası rahmetli olmazdan evvel konuştuyduk. Geçmiş vakit bir namaz sonrası mıydı bir düğün sonrası mı pek aklım ermeyecek. Dert yandıydı Nasuh’un halinden. “Zamanca ne okumayı becerdi ne bir usta yanında iş tutturabildik. Elinden hiçbir iş gelmezdi çocuğun, ezelden yeteneksizdi” dediydi. Sonra bir öğrendim ki Ayten iş bulmuş şehirde, göçtülerdi köyden. Sonra bir daha duydum; Ayten’in bileziklerini, altınlarını satıp bir bahçe almışlar, karısı herifini çiftçi etti diyerekten çalındıydı kulağıma. Geçen sene eniştenle oradan geçiyormuşuz. Bura da Nasuh’un evi baba, deyince dudağım uçukladı. İki katlı ev dikmiş, önünde de dönümlerce tarlası var. Kapıda da iki araba. Dur dedim, bir uğrayalım. Yine böyle bir yaz günüydü. Bahçedelermiş. Selam verdik, hoşbeş muhabbet, sonra dönerken elimize bir poşet erik tutuşturdu Ayten, çoluk çocuk yesin amca, dedi. Velhasıl diyeceğim; Ayten çok çökmüş, çok yorulmuş, hep vurmuş kendini işe belli…