“1,2,3...” Ayaklarımı yere sürttüm. “12,13,14...” İşte burası. Limandan tam on sekiz adım sonra. O hep geldiğim kaldırım. Seninle dertleşirken ruhumu ikiye böldüğüm, seninle olanlar ve sensiz olanlar... Oturdum. Bugün zamanından erken geldiğim için usulca yürüdüm. Bilemiyorum, içimin ağırlığından da olabilir. Doksan günde ne kadar şey değişebilirse o kadar değişti hayatım. Sana baktım, yine oradaydın. Elim gitti cebime, kalan tek dal sigaramı ağzıma koydum. Çakmağı yakmak için bu sefer sadece bir kez bastım. Yüzüme bir gülümseme yerleşti. Buraya üç aydır gelmiyorum, kırıldın bana biliyorum. Karşına çıkabilmek için cesaretimi toplamak zor oldu. Bakamıyorum zaten sana, sadece denizdeki yansımanı izliyorum. Yine aydınlatıyorsun bütün şehri kendine bile yetmeyen ışığınla. Benim gibi... Ne çok yıldız kayıp gidiyor, terk ediyor seni. Bir keresinde on dört yıldız kayması izlemiştim. Sonra senin için üzülmüştüm. Biliyorsun onlara ihtiyacın yok, tıpkı bana da olmadığı gibi. Senin hakkında biraz okudum bu geçen sürede. Bazı mitolojik söylemlere göre güneşle kavuşamayan lanetlenmiş iki aşıkmışsınız. Senin güneşe de ihtiyacın yok. İnan bana.


Unuttuğum sigaramdan kocaman duman çektim. Konuyu bana getirmek bu sefer biraz uzun sürdü kusura bakma. Ben iyiyim. Sadece biraz içsel mahkemelerim arttı diyebilirim. Bazen ne düşünüyorum biliyor musun? Gerçekten hangi gözün beni yargılamadan gördüğünü, hangi kulağın beni yargılamadan dinlediğini merak ediyorum ki ben bile bu mahkemenin en büyük hakimiyken. Hüküm çoktan verildi, suçlu benim. Suçlu da aramıyorum şayet benim kollarımda kelepçeler. İçimin karmaşıklığını saklasın diye üzerime giydim buram buram suçluluk kokan ve bedenime bol gelen kıyafetleri. Beni görenler ürkmesin diye de çok sahici maskeler taktım yüzüme. Kapatıldığımı hissettiğim hücrede tek bir cam var ama sana bakmıyor. Parmaklıklarına kederimi işlerken pas koktu ellerim. Böyle hissediyorum işte. İçimdeki çocuksu hevesten geriye hiçbir şey kalmadı. Buna büyümek deniyor galiba. Ben büyümek istemiyorum ki. Ben bir hücreye kapatılmak da istemiyorum. Ben sadece şarkılar söylemek istiyorum.


Yine çok anlam yükledim değil mi? Anlam yüklemek kolay da yüklediğin anlamların altında kalmak ölümden beter oluyor. Sahi sen de yüklediğim anlamlardan birisin. Yüklediğim en doğru anlam da olabilirsin. Peki sen beni yargılıyor musun? Belki sen de hak verirdin onlara, bilemiyorum. Tabii bakış açısına göre de değişir. Sonuçta tek bir doğru yok bu hayatta. Ben de doğru değilim. Geçen geldiğimde sana “iyi bir insan olmaya çalışıyorum” demiştim ya, olamadım. Ama çabam da bitmedi. Çabamın olması yanıltmasın seni, bu demek değil ki doğru olacağım. Şansım varsa belki biraz iyi olurum. Bana şans lazım ama sana değil. Neden biliyor musun? Çünkü sen dünyadan tam üç yüz seksen dört bin dört yüz üç kilometre uzaktasın.


Bir gün buraya mutlu olduğum için geleceğim. Belki de hayatımda ilk defa sana mutluluğumu anlatacağım. Gözlerimin içi parlayacak ve sen şaşıracaksın. “Gördün mü yaşadığın her şeye değdi” der gibi bakacaksın yüzüme. Yine konuşmayacaksın belki ama ben seni anlayacağım. Tıpkı senin beni her halükarda anladığın gibi. İnsan bazen sadece konuşmadan anlaşılmak istiyor. Neyse imkansızı konuşmayalım şimdi.


Saat epey ilerledi, kaçıyorum ben. Yapmayı bildiğim en iyi şeyi yaparak, yarım bırakarak. Belki bir gün tamamlarız, kim bilir? “Yine geleceğim,” demiyorum. Zaten biliyorsun, ben seni bırakamam. İçimde yosun tutan yalnızlığımı ve seni... Ne demiş Ahmet Erhan?


“Pencereme dolanma ay ışığı

Özlerim bir dostu kucaklama duygusunu”

Hoşça kal. Ay...