Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken, az gittim uz gittim dere tepe düz gittim çayır çimen geçerek lale sümbül biçerek soğuk sular içerek altı ayda bir güzde bir arpa boyu yol gitmişim kimsenin tarihini duymadığı bir zamanın, adı duyulmamış ülkesinin adı Nevabünd olan bozkırların içerisinde yer yer yeşil, yer yer kuru ve yer yer de sulak bir köyü varmış.


Bu köyde yaşayanlar masalın adeti gereği mutlu diyemesek de kalplerinde memleketlerine karşı duydukları büyük bir muhabbetleri varmış. Buna muhabbet, sevgi yahut aşk demek yavan kalır iyisi mi sadece masalı oku da anla nasıl manyak olduklarını. Zira köyde doğan kimse başka yere gitme düşüncesi şöyle dursun, köyün kızları kendilerini istemeye gelen başka köylüleri taşlayarak kovarlarmış. Hem yabancıların da bu köye girmeleri yürek istermiş, hele bir yabancı köyün ağacının bir dalını kıracak, burada yaşayan bir karıncasını incitecek, suyunu israf edecek, yere tükürecek, sesli sesli bağıra bağıra konuşacak, sokakta gezen kedisini köpeğini ürkütecek havlatacak olsun köyün delikanlıları bir anda toparlanır döve döve adamı köyüne kadar kovarlarmış. Bu herkesin bildiği ve kendine vazife edindiği asli bir kural gibiymiş.


Bu köyde doğan çocuklar akılları erer ermez köyü dışardan canları gibi sakınmaları gerektiği tembihlenir ve çocuk bu kaideyi en birinci desturu edininceye kadar tekrar edilip durulurmuş. Bu adeti ne zaman niye edindiklerini sadece köyün en yaşlısı ve ondan sonraki en büyük iki kişi bilir ve daha da başkasına söylemezlermiş. Birisi sormaya yeltenir merak ederse önce köyde yaşayan ve kendinden büyük olan herkesten sopasını yer sonra da yarası beresi sarılıp, öpüp koklanıp; 'Sana atanın kutsal bellettiğini sorgulamak ne haddir. Yaş alır en ihtiyar üçlü arasına erersen öğrenirsin niye olduğunu!' diye tembihlenerek bırakılırmış.


Köyü yöneten en ihtiyar üç kişiden biri ölürse sıradaki en yaşlı kişiye sır makamı denilen ihtiyar meclisinde tahtı verilir, sırrı açmayacağına açarsa köyün sonunun geleceğine dair telkinler verilip görevine başlatılırmış. İhtiyarların görevi köyü yönetmek, tılsımın sırrını korumak ve köyde bu nizamı bozmak isteyenlere karşı halkı kışkırtmakmış.


Köyde yaşayan ailelerin çoğu rençperlikle uğraşsa da başka iş ve zanaat icra edenleri de varmış ve bunlar atasından ne bellediyse onu işler başka işe de meyletmezmiş. Köyün bu düzeni on asırdır devam etmekteymiş ve kadim bilge dedelerinden tembihlendiklerine mugayir haltlar yemeye çok kimse cesaret etmezmiş. Gel zaman git zaman köyün namı dış köylerde dedikodu edile edile büyütülerek padişahın kulağına kadar gitmiş. Padişah köyle ilgili anlatılanların aslını astarını inceletmek üzere köye bir elçi yollamış.


Elçi dağları, tepeleri, ovaları, bozkırları aşıp varmış köye. Varmış varmasına ama köyün girişinde çocukların hışmına uğramış. Elçi köyün namını bilip çekindiğinden ses etmeyip yürümek istemiş ama bu kez köyün delikanlıları sarmış elçinin etrafını. Ben padişahın elçisiyim demeye kalmadan hücum etmiş köyün gençleri elçiye. Elçi dayağı yedikten sonra bir nefes bulup ünleyebilmiş sonunda; "Bre utanmazlar ben padişahınızın gönderdiği bir elçiyim, burada beni dövüp payitahta gönderdiğinizde ve ben huzura çıktığım zaman haşmetli efendimizin gazabına uğramaktan korkmaz mısınız?" Köyün gençlerinden en büyüğü adamın yakasını kavramış diğerlerini durdurup elçiye; "Biz kadim sözleri incitmekten imtina ederiz var git yoluna!" demiş. Elçi; "Öyleyse benden günah gitti diyerek efendisinin buyruğunu yerine getirememenin hüznü ile dönüp saraya anlatmış başına gelenleri.


Sözümün hükmünün geçmediği köy artık bana düşmandır demiş padişah ve ordusundan güvendiği bir komutanı ve bir bölüğü salmış köyün üzerine. Ordu köyün önüne kadar varmış ve köyün girişinde karşılarında duran üç ihtiyardan başkası yokmuş. Komutan ihtiyarlara; "İsyan etmeyin padişahımızdan aman dileyip affa mazhar olun, ona isyan edipte gazaba uğrayanlardan olmayın, siz bir avuç köysünüz o ise kocaman bir ülkenin ve ordularının hakimi bizim karşımızda telef olmadan bu köyün kapılarını açın yüce sultanımıza." demiş. Köyün ihtiyarlarından en büyüğü komutanın önüne kadar gidip elini onun omzuna koymuş ve;" Siz bu tılsımı bilmezsiniz, asıl siz burada helak olup gitmek yerine varın gidin yolunuza." . Komutan alay edercesine; " Bizi neyle tehdit edersin ihtiyar, biz silahlı, toplu tüfenkli askerleriz sizse bir avuç köy! Nedamet duyup af buyuracağına burada neyine güvenerek ahkam kesiyorsun çekil önümüzden!" demiş. İhtiyar geri dönüp diğer iki ihtiyarın yanına çekilmiş ve sağ elinin işaret parmağıyla ordunun arkasından yaklaşmakta olan fırtınayı göstermiş. Atlar huysuzlanmış ve üzerlerindeki askerleri sağa sola savurup köye doğru kaçmış ve erleri bineksiz ortada bırakmışlar. Yerlere düşen askerler fırtınanın içinden uluma sesleri işitmiş ve çok geçmeden atları boyunda kurtlar gelip komutan hariç askerlerin hepsini boğazlarından tuttuğu gibi dağlara götürmüş.


100 adamının ateş dahi edemeden talan edilmesi karşısında komutanın dili tutulmuş ama ortalığın tozu dinince ihtiyarlardan en küçüğü cebinden çıkardığı otu komutanın dilinin üzerine koyunca çözülmüş komutanın dili. İhtiyar; "Var şimdi git bu tılsımdan padişahından gayrısına söz etme yoksa nerede olursan ol bu kadim büyüler seni de bulup yutacaktır!". Komutan korkudan atıyla geldiğinden daha hızlı bir şekilde dönmüş saraya ve anlatmış olanları padişaha. Duydukları karşısında dehşete düşen padişah hemen büyücülerini çağırmış ve komutanın başından geçen olayı anlatıp komutandan olanları tasdik etmesini istemiş. Komutan ihtiyarlardan duyduklarını bir an unutup aynen böyle oldu der demez ap açık havada sarayın açık penceresinden içeriye bir ok gibi giren yıldırımla kömüre dönmüş. Büyücüler olayın korkusuyla altlarına kaçırıp dillerini yutmuşlar ancak korkusuz bir adam olan padişah komutanın ona bahsettiği olay sonrası ne çabuk gaflete düşüp ihtiyarların sözünü unuttuğuna hayret etmiş sadece.


Cereyan eden bu olay karşısında dübürlerini tutamayan büyücülerinin bir işe yaramaz olduğunu gören padişah ülkesinin dört bir tarafındaki en iyi büyücü ve tılsım bozucuları sarayına çağırıp bu büyüyü bozabilene de ağırlığınca altın verileceğini duyurmuş. Ülkenin her bir yanından büyücüler Nevabünd köyüne akın etmişler etmesine ama giden daha dönemez olmuş. Köyü gören büyücüler namından dolayı girmeye çekindikleri köyün dışında kristallerini çıkarıp kazanlarını kurar kurmaz tılsımlı sözlerine başlamadan başlarına düşen yıldırımla birer birer kömüre dönerlermiş. Zaten sonrasında bunların akıbetini görenler de bu tılsımla uğraşmaya cesaret edemeyip geri dönmüşler.


Padişah da olanlardan haberdar olmuş elbet ama gayesinden bir türlü vazgeçememiş. Onun kendi ülkesinde hükmedemediği bir karış toprak dahi olsun istemezmiş. Yine bu sırrı düşünerek uyuduğu bir gece padişahın rüyasına bir adam girmiş ve ona;"Kimseye demeden kendi başına Nevabünd köyüne gelmeden önceki dağın doğu cephesinin büyük granit kaya bloğunun altında bir mağarada yatıyor senin cevapların. Şimdi uyanır uyanmaz yola düş bu sırrı gün yüzüne çıkarmak istersen." demiş. Padişah uykusundan uyandığı gibi önce rüyasını tabir ettirmek istediyse de aklına adamın dedikleri gelmiş ve kendi sarayından hırsız gibi çıkıp düşmüş yollara.


Gecenin karanlığını yarıp dağları ovaları aşıp varmış rüyasında gördüğü dağın granit bloklarının önüne. Gerçekten de orada bir mağara duruyormuş tam mağaraya girmiş ki elindeki kandil bir anda sönmüş ve "Işığını bırakıp ışığımı takip et!" diye bir ses işitmiş. Karşısında bir ışık görmüş padişah ama sadece gideceği yönü bilecek kadar aydınlıkmış ve tökezip düşmemek için dizlerinin üzerinde elleriyle sağını solunu yoklaya yoklaya ışığa doğru yanaşmış ve ışığın bir kapının altından geldiğini anlamış. Gaipten duyduğu ses bu kez ona;" Aç kapıyı gel!" diye ünlemiş. Padişah kapıyı açmış ve karşısında ayaklarından zincirle tavandan sallandırılmış, kanatları yerlere değen, kocaman kafası olan ve gözleri kanlı bir şekilde ona bakan bir sureti görmüş.


Padişah hayretle surete bakıp konuşmak istese de üzerinde karabasan varmış gibi kelam edememiş. Suret padişaha bakıp; "Aradığın sırrı aşikâr etmek için şu kanadımdan bir tüy kopar, kafandaki tacı çıkarıp bir sarıkla başına sar ve benim sırlı tılsımlarımla mahfuz Nevabünd köyündeki ihtiyarlara git ve onlara Nevabend dağındaki Turah'tan selam getirdiğini ve sırrın aşikar edilme zamanı geldiğini söyle. Ancak bilesin ki bu sır öğrenilip yayıldığında yalnız Nevabünd değil bütün ülken alt üst olacak. Hırsınla gafil olup saltanatını mahvetmek istersen yap dediklerimi." deyip kapatmış gözlerini.


Padişah Turah'ın dediklerini düşünüp tam vazgeçip arkasını dönmüş ki orada da Turah'ın aynı şekliyle ayaklarından sarkıtılmış, kanatları yere değen, kocaman kafası olan ve gözleri kan çanağına dönmüş başka bir suret görmüş. İlkin Turah'ın bir yansıması olacağını düşünmüş ama tekrar arkasını kontrol ettiğinde gördüğünün başka bir suret olduğunu anlamış. Bu sefer gördüğü padişaha; "Turah'ın dedikleri doğru ve hatta eksik yalnız bu dünyan değil ölümden sonraki hayatın da mahvolur gider. Şimdi sana ülkene adil bir hükümdar olabilmen ve ülkenin refah içinde olabilmesinin anahtarını sunacağım. Benim kanatlarımdan ve Turah'ın kanatlarından birer tüy koparıp sarığın içerisinde başına sar ve Nevabünd'e var. Onlara Turah ve Turam'dan selam getirdiğini söyleyerek ihtiyarlar meclisine girip sırrı öğrenmeden başlarını vurup öldür. Ancak o zaman köylü sana kutsallarına neden ihanet ettiğini sorup sana saldıracakları vakit sarığını çıkar ve tacını takıp senin mülkünde bir tılsım altındaki bu köyde yaşamanın artık yasak olduğunu ve diledikleri gibi ülkede gezip tozabileceklerini onlara kadim olanın büyüler ve tılsımlar olmadığını söyleyip başka bir köye iskan etmelerini sağla. Ancak o zaman senin dediklerine isyan edip köyde kalmak isteyenler siz köyden çıkıp çok geçmeden evleri kendileriyle beraber yerin dibine girdiğinde anlayacaklar hatalarını ama iş işten geçmiş olacak.". Dedi ve gözlerini kapattı. Padişah Turam'ın dediklerini yapmak üzere önce onun kanadından ve sonra Turah'ın kanadından birer tüy kopartarak çıktı mağaradan.


Henüz sabah olmamıştı. Padişah Turah ve Turam'ın kanatlarındaki tüyleri bir sarığa sardı, başındaki tacı çıkardı ve tüyleri içine koyup Nevabünd'e doğru yola çıktı. Köye geldiğinde hava aydınlanmış ve köylüler tarlalarına gitmek ve günlük işlerini yapmak üzere evlerinden yeni yeni çıkıyorlardı. Padişah köylülere dönüp ; "Size Turah ve Turam'dan selam getirdim, bana ihtiyar meclisinin yerini gösterin." dedi. Tılsımlı bir söz duymuş gibi köylüler ellerindeki tırpanları, çapaları düşürüp hareket bile edemediler. Bu hallerinden ürkerek padişahın daha büyük bir tılsıma sahip olduğunu anlayıp bugüne kadar yaptıkları ritüellerini yapamamanın da can sıkıntısıyla ihtiyar meclisini padişaha tarif ettiler.


Padişah meclise girdiğinde ihtiyarlar hortlak görmüş gibi baktılar padişaha. Elindeki kılıcı görüp köyün tılsımının da işe yaramadığını padişahın getirdiği selamı duyunca anladılar. İhtiyarlar sır aşikar olursa köyün yerle bir olacağını biliyorlardı. Kendilerinin sonunun geldiğini anladıklarından sırrı açmaya yeltendiler tek tek ama padişah da tek tek kılıcıyla vurdu boyunlarını. Meclisten çıktığında eli ayağı çözülen köylüler padişahı kanlı kılıcıyla içerden çıkarken gördüler. Tam hücum edecekleri sırada padişah tacını başına geçirip; "Artık bir sırra ve tılsıma sahip değilsiniz! Zaten kutsal olan da tılsım ve büyüler değildir. Atalarınızdan gördüğünüz yanlışları yapmaktan vazgeçin ki kurtulasınız. Bu köyde de yaşamanızı yasaklayıp size daha güzel, ferah ve sevimli bir köy tahsis edeceğim. Bana itaat edip benimle gelen kurtulur. Kalanlar ise başlarına gelecek azabı beklesinler." dedi.


Asırlardır sahip oldukları atalarından gelen bu sırrı kaybettiklerini öğrenen az bir kişi köyde kalıp dövüne dövüne ağlamak istedi. Bu sırada padişaha lanetler okuyorlardı. Köyün büyük çoğunluğu ise; "Sana inandık! Götür bizi buradan ey kutlu padişah." diyerek çıktılar köylerinden. Çok gitmemişlerdi ki arkalarından büyük bir gürültü koptu ve köylüler dönüp kalkan toz bulutunun geçmesini beklediler merakla. Duman dağıldığında köylerinin yerinde yeller esiyordu. Asırlardır yaşadıkları Nevabünd yerin dibine geçmişti. Padişahın doğru söylediğini bir kez daha anlayıp onun ayaklarına kapandılar ve bir daha onun sözünden dönmeyeceklerine yeminler ettiler. Padişah saraya dönünce büyü ve tılsımla uğraşan herkesi sarayından kovdurdu ve öğrendiği gerçekleri çocuklarına anlatıp onlardan atalarını taklit ederek yaşamanın her zaman doğru olmadığını söyledi. O adil bir padişah oldu ve ülkesindeki her hane o günden sonra hep refah içerisinde yaşadı. Gökten üç elma düştü, biri Zuhreden gelip bilene, biri masalı okuyana ve öbürü ise iyi olan herkese..