Vicdan ile azabı arasında dikiş tutturamadığında farkına vardı Eflâl, bitirilmesine ramak kalmış hayat yolculuğunda ruhu yönünü çoktan kaybetmişti. Etrafına çember kurmuş çaresizlik taşlarının arasında aldığı her nefes bir öncekinden daha zordu artık onun için. Değişen duygu ve düşüncelerin ucunu kaybetmişken insan, nasıl olur da bir parça vicdan içinde boğulur? Cevaplar sorulara yenik düştükçe göğsünde taşıdığı kırık bir aynada kendisini görmeye çalışırdı ve her içine yöneldiğinde kesiklerinden kan sızardı. Dikiş tutturamazdı, çünkü iğne ile iplik bir türlü barışmazdı. Dizilen tüm taşları tek bir gecede yıkmak istiyordu. Fakat onu da beceremiyordu. Uzaklaşmak, özgürlüğünü benliğinden kurtarmak istedi. Pencereye yöneldi ve araladı. İki artı bir bodrum katı. Yol boynunun hizasından geçiyordu, bedeni sokağa gömülü…


Önünden insanlar geçip giderken ilk adımların hep önemli olduğunu geçirdi aklından. Peki, ne için? Gerisinin kendiliğinden geleceği için mi, yoksa hep bir sonrakinin merakı mıydı yürüyüp giden? Bilmiyordu ve bir önem de taşımıyordu bu aslında Eflâl için. Henüz iki yaşında, attığı ilk adımda ne hissettiğini bilmiyordu ve tüm adımlar bugünün kıymetini yitiriyordu. Geleceği günü hissetmiş olsaydı eğer o ilk adımı hiç atmazdı. Çünkü ne kadar çok attıysa bir o kadar ayakta kalamadı. Fırtınada savrulan bir sandal gibi, ne güç yetirebildi ne de tersine dönmek istedi. Yürüdükçe yalpaladı, attığı her adımda acıyı hissetti ve hayatı onu Şişli’de bodrum katı bir apartman dairesine hapsetti. Yaşayabilmek için direndiği bu hayatın adını taşıyan kadın oldu Eflâl.


Gece yarısı her yer karanlığına kavuştuğunda yatağında sırtüstü uzanmış, bacakları arasında hareket etmeye çalışan altmışlı yaşlarında bir adamın homurtularını dinliyordu. Böyle zamanlarda gözlerini kapatıp bir şeyler düşünmeye çalışırdı. Göz kapaklarındaki perde öylesine kalındı ki hiçbir şey göstermezdi ona. Simsiyah bir kuyuda çırpınırdı Eflâl. Sağ elini sıkardı, avucu arasında bayat bir ekmek parçası. Kaybettiği savaşta son savunmasıydı bir parça umut. Bir gece rüyasında görmüştü Eflâl; cebinde birkaç dilim ekmek, tabirine inandırmıştı kendisini caizine insanlar izin vermedikçe. Bir parça umudu vardı avuçlarının arasında. O da kayıp gitmek üzereydi zaten…


Sırasıyla durmaya başladı her şey. Ani bir krizle kalp durdu ilk önce, sonrasında hareketlenmeler durdu, içindeki kiri akıtamadan altmışlı yaşlarında bir adam durdu, bir hayat durdu ve yıkıldı Eflâl’in üzerine. Bir parça umut düştü yere ve öylece kalakaldı Eflâl, bir kesik daha atıldı göğsüne. Adına yaraşır bir şekilde!

Adıyla yaşıyordu, çünkü cennette bir meyve ağacı değildi Eflâl, aksine yara ve zarar giymişti kimliğine. Doğdu, büyüdü, yürümeyi öğrendi ve pek çok şey oldu insan gözünde. Sokak ağzında sayısız isme sahip oldu da bir insan olamadı kemiksiz tüm dillere. Sorgu sual gerektirmeyen bir algıda kayboldu on dördünde. Önce kadın, sonra pek çok şey oldu. Beş bin yüz küsur gün çocuk oldu, diyeti her geçen gün kana bulanmış kemik olup saplandı göğsüne. Kıymetsiz bir araç oldu toplum içinde.


Saklandığı yeri kendisinin bile bilmediği umudu vardı oysaki bugüne kadar. Sorgulamazdı Eflâl, taşırdı o umudu derinliklerde, ellerinden kayıp gitmeden önce. Hiç tanımadığı bir hayat daha yıkılınca üzerine korktu, panik yaptı. Gözlerinden yaşlar süzüldü belirsizliğe. Bu zamana kadar çektiği her acıda, her duyguda biraz daha kapatmıştı kendisini içeriye. Gözünden akan yaşla birlikte hepsi süzülmeye başladı. Yere attı kendisini, elleriyle zemini yokladı. Ekmeği sıkıca kavradı. Korkuyordu kendisine ait tek kalanı kaybetmekten. Üzerine bir ceket alıp attı kendisini dışarıya.


Gecenin ayazında topuklarını soğuk taşlara basınca midesinde sancı, ağzında garip bir tat hissetti. İçinde bir çöküş başlamıştı çoktan ve kaçma isteği uyanmıştı. Tüm olanları geride bırakıp koşmak istiyordu Eflâl, fakat adım atmaya mecali yoktu. Bir sokak köpeği yaklaştı yanına, yüzüne baktı ve sonra kafasını çevirip gitti. O an fark etti Eflâl; kafayı başka yöne çevirmenin, bir şeyleri görmezden gelmenin yaşamı ayakta tutan şey olduğunu. Yoksa gözden akanın yaş değil de kan olması gerekmez miydi dünya üzerinde?


Ayakkabılarını ve çantasını alıp yola düştü Eflâl. Kafasından sürekli bir şeyler geçiyor ve adımlarını hızlandırıyordu. Bir sesle kendisine geldiğinde terminalde rastgele bir memurun kimlik sorgusunda buldu kendisini. Cebinde umudunu sıkıca kavrarken ellerini titretiyordu çıkmazın karışıklığı. Peron önlerinde insanlar yolcu toplamak için bağırıyordu. Eflâl’in ise kafasında tek bir düşünce oluşuyordu. Acaba diyordu, kuyunun ışık gören tarafı buradan kaç ömür sürüyor?