Nereye gidiyor bunca kalabalık? Olanca gücüyle, nefes nefese, geç kalmışçasına, sabırsızca. Peki ben neredeyim bu kalabalıkta? Kalabalık sarmışken dört bir yanımı, nefesim birbirine karışmış ter ve parfüm kokuları olmuşken, hayallerim elimden alınmış dört nala uzaklaşırken bedenimden, bu bayrak yarışının neresinde kaldım?
Sorun koşmaksa bunu her zaman bildiğim gibi yaptım. Nasıl gözüktüğünü umursamadan hatta ardına bile bakamdan koştu bedenim. Çarptım, düştüm, yoruldum ve daha niceleri. Her mezar yara oldu bedenimde. Her sevgili ruhu sakladım. Sonra o kadar doldu ki bedenim, şişmanladım. Hayır fiziki bir şişmanlık değildi benimki. Ruhum, bedenim, kalbim dolmuştu. Her ruhu saklamak ağır gelmişti bana. Sonra serbest bıraktım hepsini. Fark ettim ki, tutmaya çalıştıklarıma hiç sahip olmamışım şu hayatta. Binlerce ruhun arasından geçip, benimle benzer olanı aramışım. Halbuki ne saçma. Benzemek mi lazım bu hayatta? Hayvanlar kendilerine benzer olmayanla genelde anlaşamazlarmış. İyi ama biz insan değil miyiz? Yaşıyorsak iki ayak üzerinde şu dünyada farkımızın olması gerekmez mi? Bir anda tutuversem bana hiç benzemeyen bir ruhu, sıkıca, bozulsa şu düzen ne kaybederim ki?
Kimi zaman dolaşırken sokaklarda kafamda kurduğum hayalleri yaşarım. Bazısında aşığımdır, bazısında kaybetmiş. Her hayal beklemediğim şekilde ilerler. Hayal kurarken bile haddimi bilirim. Elde edemeyeceğimden fazlasını hayal dahi edemem. İnanasım gelmez ki bir kere. Kendimi bile inandırmadığım hayalleri yaşamak nasıl olurdu diye düşünüyorum şimdilerde. Bambaşka bir hayatım olsaydı, ben beni farklı tanısaydım, hayat bana nasıl bir rol verirdi acaba? Hep seyirci kalmaktan sıkıldım. Kendime küçük bir sahnede pek de önemli olmayan bir rol bulmam, pekala rolüme hazırlanmam ve onu yaşamam lazım sanırım. Yaşamak. Kimileri çok gözünde büyütür bu lafı. Dünyayı gezmeniz, yeni diller öğrenmeniz, çok zengin olmanız gerekmez fikrimce yaşadım demek için. Yaşamaya gönlünüz olduğu sürece yaşarsınız bu dünyada. Azıcık bir umudunuz olsa hayattan, akıntıya kapılıverirsiniz zaten. Bir bakmışsınız hayat sizi almış götürmüş.
Japon efsanelerinden birinde, birbirinin kaderi olan iki insan serçe parmaklarından kıpkırmızı bir iple bağlılardır birbirlerine. İp karışır, düğüm olur ve bazen incelir ama asla kopmaz. İnsan kaderinden kopamaz. Bunu ilk duyduğumda benim ipim kime bağlı diye düşündüm. Kim ki o insan, hangi dağın arkasında gizlenmiş, hangi savaşta yaralı düşmüş ki ben bulamıyorum onu. Gizlenmiş, küçülmüş, saklanmış. Sonra anladım 'birbirinin kaderi' demek her zaman kavuşabilirler demek değilmiş. İnsan kaderiyle her zaman kavuşamazmış araya hayat girebilir, bir kaç toprakla tahta konabilir ve sen hiç tanımadan kırmızı ipin sahibini hayat yolları ayırabilirmiş.
Bu efsaneyi anladığım zamandan beri ruhlar tutmuyor bedenim. Koşmayı bıraktım artık. Nefesime karışan parfüm ve terden uzaklaştım. Yürüyorum adını bile bilmediğim sokaklarda bir başıma ama kendim için. Yol arkadaşıyla kesişirse yolum bir gün yavaşlarım onun için. Sakince yürürüm. Bayrak yarışının kaybedeniyim belki. Oysa ödül hiç umurumda değildi.