Çay kaşığını tutan parmaklarına baktı. Sessizlik canını sıkıyordu. Çay kaşığını kahve bardağından çıkartıp sessizce lavabonun üzerine koydu. Belki bir bardak daha diye düşündü, kesin olan ikinci bardağı kafasında bir ihtimal yaparak çoktan bağımlılığa dönüşmüş bir şeye ‘alışkanlık’ dedi içinden kendini bile kandıramayarak. Derin bir iç çekti. Bu bile son zamanlarda bir alışkanlık olmuştu sanki. Sürekli olur olmadık yerlerde iç çekiyordu derin derin. İçindeki sıkıntılar derin bir nefesle uçar gider sanıyordu belki de. Belki de çok uzak bir geçmişte görmüştü buna benzer bir nefes egzersizini. Nefes egzersizi diye düşündü acı acı gülerken. İç geçirmeyi nefes egzersizi diye tanımlamıştı içinden. Olayları soktuğu basit kalıplar hayatı biraz daha basit yaşamasını sağlıyordu. Yalanlara sığınmış gibiydi. Her şey için bir bahanesi, bir alt şıkkı vardı sanki ve hep o yanlış olan şıkkı seçiyordu. Hayatı biraz daha yaşanabilir kılıyordu o şık. Ne için yaşıyorsa artık. Düşünceleri tam olarak istediği anda bölündü. Eğer bölünmeseydi kendi kendine korkunç itiraflar yapması gereken korkunç bilinçaltı devreye girer ve tüm sabahını belki tüm gününü hatta bu düşünceler bütün haftasını yok edebilirdi. Beyninden korkuyordu. Normal bir insanın korkması gerekenden çok daha fazla. Çünkü onun gücünü çok iyi biliyordu. İnsanı uçaktan atlamaktan yataktan çıkamamaya kadar derin bir genişlikte olaylar yapmasını sağlayabilecek kadar güçlü çalışan her şey yeterince korkulması gereken şeylerdi. Hızla bu düşünceler geçerken kafasından başının üstündeki dolaba kısaca baktı. Doktorun ‘kullan’ dediği ancak uzun süredir kullanmadığı ilaçlarının olduğu dolaba. Sonra mutfağa giren kıza gülümsedi neredeyse otomatik hareketlerle. Kızın üzerinde kendi kapüşonlularından birisi vardı yalnızca. Gülümsemesine mahmur bir karşılık veren kız “Kahve kokusu aldım.” dedi adamın gülümsemesine karşılık vererek. Tezgahtan aldığı ikinci kahve bardağını kıza uzattı yavaşça. Çizgi filmlerdeki yemek kokusuna gelen hayvanları hatırladı kızın kahveye gelişini izlerken. Bir yudum alan kız “Çok acı.” diyerek yüzünü buruşturdu. Kızın yüzündeki acıyı geçirmek için neredeyse bir refleks olarak hareket etti. Bir dolabı açarak içinden uzun süredir kullanılmamaktan katılaşmış toz şekeri çıkardı. Neyse ki ıslak çay kaşığı şekerin katılığını kolayca aşabilmişti. Kahvesine gereğinden çok çok fazla şeker atan kıza baktı. Tek kelime etmemişti bütün sabah, kız da ondan bir şey söylemesini istememişti henüz. Kız hızla kahvesini karıştırırken mutfakta bardağa çarpan kaşığın sesi yankılandı. Bir yudum daha alan kız daha mutlu bir şekilde gülümsedi. Bu gülümsemesinde daha önce görünmeyen kırışıklıklar gözüne çarptı. Gözlerinin etrafındaki kırışıklıklar kıza olduğundan daha büyük bir görünüş veriyordu. Adamın derin bakışlarını yakalayan kız “Ne?” dedi biraz asabice. Yüzü asılmıştı. Kafasını sağa sola salladı adam yalnızca. Henüz bir şey söylemeye hazır değildi. Kendi sesini duymaya hazır değildi bu sabah. Yavaşça kahvesini lavaboya bırakan kız “Hazırlanmam lazım.” diyerek evin diğer ucundaki banyoya doğru yollandı. Kalmasını istemek boşuna gibiydi. Zaten istese de konuşabileceğinden emin değildi. Pencereden vuran sabah güneşi bir an kızın sarı saçlarında yansıdı. Hiçbir şey hissetmedi. Hissetmemek yanlıştı ama önüne geçilemezdi. Hissetmek, içinden kalan duygularından bir kırıntı bulmak için zorladı kendini. Acı hariç herhangi bir şey yoktu. Kahvesinden bir yudum daha aldı. Siyah kahvede yalnızca su tadı buldu. Dökmeye içi el vermedi. Pencerenin önüne giderek kahvesini içmeye devam etti. Evin diğer ucundan gelen su sesini duydu. Dönüp içilmemiş kahveye bakarak iç çekti yine. ‘En azından bu seferkinin bir sebebi vardı.’ diye düşündü. İçilmemiş bir kahve üzerine iç çekmesi boşa gitmiş sayılmazdı. Bir mutluluk kırıntısı. Artık camdan görerek bakabiliyordu. Dışarıda insanlar işlerine gitmek için yola çıkmış sağa sola gidiyordu. Hepsinde hareket etmek için bir amaç görmesi kendini yalnızca daha kötü hissetmesine neden olmuştu. Yine iç çekerek tezgaha yaslandı. Kahvesinin sonuna doğru gelmişti ki kız yine kapıda göründü. Mutfaktan içeri girmeyerek “Görüşürüz.” diyerek el salladı. Cevap beklemeden arkasını dönüp gitmişti. Kahvesinin geri kalanını içip bardağı tezgaha koyarken dış kapının sesi gelmişti bile. Yalnızca iki yudum alınmış ikinci bardağı aldı. Yavaş yavaş lavabonun giderinden döktü. Siyah sıvı sonuna doğru daha yoğun bir hal almıştı. Karışmamış şekerin tortusu kalmıştı geriye. Boş boş siyahlaşmış şekere baktı. Yıkamayı en azından içine biraz su koymayı düşündü sonra yavaşça bardağı lavabonun içine bırakarak mutfaktan çıktı. Koridorda yerde kızın attığı kıyafeti alarak rastgele kendi odasına doğru attı. Bir an koridorda kalakaldı. Mutfaktan çıkarken günün en sıkıntılı zamanına doğru gittiğini anlayamamıştı. Sonra bunu unuttuğu için kendine kızdı ama korku daha baskındı. Şimdi güneş ışığının tam olarak giremediği koridora bakarken önünde fazlasıyla uzayan bir gün vardı. Ve ne yapacağı konusunda hiçbir fikri yoktu. Kafasından bir düşünce geçmesi ümidiyle yavaşça aydınlanan koridora baktı. Koca bir hiç. İç geçirmeye bile mecali yoktu o an. Kendini zorlayıp oturma odasına doğru yürüdü. Kapalı perdelerin ardından güneş ışığı eve girmeye çalışıyordu. Bir an kendini uyandığı için kendine kızmayı düşündü sonra boş verip kaçınılmazı beklemeye başladı. Boşluğu. Yokluğun, yalnızlığın tarif edilmez acısını. Göğsünde yükselen şeyi düşündü. Gittikçe büyüyen şeyin bir adı yoktu. Ama amansız bir şekilde kendini hatırlatıyor. Yokluğunun adamın hayatında yer almasına izin vermiyordu. Savaşı çoktan kaybetmişti. Bu acıyı yok saymak imkansızdı. Yokmuş gibi davranmak onu sadece daha da arttırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Böyle bir şey denediği zaman sakince doğru zamanı bekliyordu acı. Zamanla bu acının gitmeyeceğini kabullenmiş ona ayak uydurmaya bile çalışmıştı ama acının çalışma prensibi bu yönde değildi. Telefonuna baktı. Yalnızca gözlerini hareket ettirmişti ama bu bile çok yorucu bir hareketti. Dün gece bıraktığı yerde duruyordu. Gereksiz bir şekilde şarja takılı cihazda herhangi bir yaşam belirtisi yoktu. Tüm arkadaşları zamanla onun çevresinden gitmeyi akıl edebilmişti. Yalnızca çok nadir olarak kendisinden daha farklı yalnızlıklar çeken birileri geliyordu evine. Ama bugün o günlerden değildi. Bunu hissedebiliyordu. Bu geleceği görmek değildi. Yalnızca bir histi ancak kötü hislerinde yanıldığı henüz olmamıştı. Bugün de onu şaşırtacak değildi. Biliyordu. Bilmekten nefret ediyordu ama biliyordu. Kucağına küçük bir yastık alıp karnına koyup sarıldı. Bekledi. En kötü kısımlardan birisi beklemekti. Gelen şeyin ne olacağını bile bile beklemek. Bu sefer beklemek acıtmaya başlamıştı. Bu yeni diye bir düşünce geçti ardından kısa bir an zihninden. “Keşke” dedi içinden. “Keşke kalkıp bir şeylere vuracak gücüm olsaydı tam şimdi şu anda.” Ama biliyordu olmayacağını. İmkansızı dilemeyi bırakamamak güçsüz bir insanın yapacağı bir şeydi. Güçlü bir insan neler yapardı hiç bilmiyordu. Hiç o kadar güçlü olmamıştı. Etrafında daha fazla insan varken bile o kadar güçlü hissedememişti. Anlayamıyordu. Beyni garip bir uyuşukluk hissine geçeceği o ana kadar beklese yeterdi ama bu ne kadar sürerdi bilmiyordu. Bilmemek kötüyü. Beklemek ve bilmemek. Kaç aşamalı olduğunu bilmediği bir planın iki parçası gibi. Tam o anda geldi. Sanki kendisi hakkında düşünüldüğünü sezmiş gibi daha fazlasını anlamasına izin vermeden geldi acı. Ondan başka hiçbir şey yoktu. Ağlayamamak da kötü bir etkiydi. Çığlık atmak, sağı solu parçalamak bir yana yalnızca ağlamak istiyordu. Ancak beklenen göz yaşları asla gelmiyordu. Eskiden bir iç güdüyle çekiyordu göz yaşlarını içine ama sanki artık o kadar derine gitmişti ki o yaşların dışarı çıkmalarına bir imkan yok gibiydi. Gelecek yoktu şu an. İçeri giren güneş ışığı sanki odayı yalnızca daha da fazla karartıyordu. Uzanıp ışığı yakmak gibi bir düşünce geçti içinden. Yastığı birazcık serbest bırakınca acı daha da arttı yalnızca. Daha sıkı sarıldı yastığa. O kadar sıkı sarılmıştı ki yastığa neredeyse kendi üzerinde yok olmuştu. Karın boşluğunun iki yanını hissediyordu yalnızca. Boşlukta sabit durarak yalnızca önünde duran havaya baktı. Bakışları havayı geçip arkadaki duvarı görecek kadar yoğun değildi. İstese bile olamazdı belki de şu an. Havada kanepeye oturuşunun kaldırdığı tozlardan bazıları salınıyordu. Geçen her saniyenin farkında olmak kötüydü. İlaçlardan alıp o anların geçtiğini fark etmemek daha kötüydü. İki kötü arasında kalan insan iyiyi, doğruyu nasıl seçsin? Seçemezdi. Seçmemişti, yalnızca bırakmıştı. Olacak olan bir şey yoktu. Hayat artık beklemekten ibaretti. Gelecek olan şeyler, gidecek olan şeyler, yaşanacak şeyler, pişecek yemekler, ödenecek faturalar, buluşulacak arkadaşlar, aranacak bir aile, temizlenecek yerler, alınacak bir ekmek bile yoktu. Hiçbiri yoktu. Beklenecek bir şey olmadan beklemeye başladı. Beklemeyi bırakamazdı. Hiçbir şey beklemeden beklemek zorundaydı. Çünkü beklemezse eğer ne yapması gerektiğini düşünebilirdi. Ve ‘hiç’ yapacak şeyler arasında en büyüğüydü ve hatırlanmaması gerekendi. Düşünmedi bile. Bunlar yalnızca beyninden ışık hızıyla geçen şeylerdi. O kadar hızlı geçmişti ki acı onları umursamamıştı. Artık boşluk daha belirgindi. Keskin acı gitmiş yerine daha kötü bir boşluk gelmişti. Bir şey hissedebilmek umuduyla acıyı aradı içinde. En güçlü uyuşturucudan bile daha fazla arzuluyordu şimdi o acıyı ama bu bile boşluğa düşerek göğsünde bir yerlerde yok oluyordu. Elleri iki yana düştü. Yastık yere. Bir elini boşluğun olduğu yere koydu bir an. Kendi etini kemiğini geçip ona dokunamadı. Halbuki öyle yoğundu ki bu boşluk eliyle ona dokunamaması garipti. Eli tekrar eski yerine düştü. Hava daha ağırdı artık. İçeri ses almayan pencereler içerinin boğucu sessizliğini dışarıdan koruyordu. İyi ki sabah gitti diye düşündü. “Sabah mı?” dedi bir anda içinden kendi kendine. Güneş ışığının odanın içinde yavaşça alçaldığını gördü korkuyla. Artık alışmış olması gereken bir şeydi bu sanki. Yavaşça göğsüne çevirdi başını. Sabah kızın giydiği kapüşonlu artık üstündeydi. Giydiğini hatırlamıyordu. Kafası karışmıştı. Bir an odada oturduğunu fark etti tekrar ve sinir bozucu tekrarlayan bir sesi. Dikkatini toplaması zordu. Biraz vaktini de aldı. Artık odanın içinde güneş ışığı yoktu. Duvardaki saate baktı 9.23 ü gösteriyordu. Akşam için o kadar geç değil diye düşünürken saniye kolunun dönmediğini fark etti. Ne zamandır saati yoktu acaba? Bir gün, bir dakika, bir ay? Yavaşça yerinden kalkıp saate doğru gitti. O sırada aynı sinir bozucu sesi tekrar duydu. Başını kapıya doğru çevirince sesin kapının ziline ait olduğunu anladı. Yavaş yavaş gidip kapıyı açtı. Kapıda yaşlıca adam bir şeyler vardı. Sonra adamın konuştuğunu anladı. Gözlerini adama odaklayınca sesler biraz olsun anlaşılır olmuştu “…kaçıncı oldu. Oğlum artık yeter. Çık evden. Zaten…” bir yerden sonra adamın sesi tekrar gitti nedenini anlayamadı. Sorgulamadı da. Neden sonra kapıyı kapattığını fark etti. Acaba adama bir cevap vermiş miydi? “Bir önemi yok.” diye düşündü. Arkasını döndü. Koridorda ayaklarını sürüyerek mutfağı buldu. Işığa dokundu. Yanmadı. Çok karanlıktı. El yordamıyla ocağı bulup bir kibritle içinde su olan bir çaydanlığın altını yaktı. Elindeki kibrit kutusu da boşalmıştı şimdi. Yavaşça çöp kutusunun olduğu köşeye attı. Kutu boş yere düşerken çıkan hafif ses duyuldu. O an ne kadar sessiz olduğunu daha iyi anladı evin. Suyun kaynama sesi biraz daha bozmuştu sesi. El yordamıyla bulduğu kavanozdan sabah kullandığı bardağa biraz kahve koyup üzerine su döktü. Henüz kapatmadığı ocaktan yayılan ışık mutfağı biraz daha aydınlatınca lavabonun içinde tabaklar olduğunu gördü. Ama sabah kullanılan ikinci bardak yoktu. Tabakları topluca kaldırıp altlarına baktı. Bardağı hala göremedi. Sinirlenip bütün tabakları sertçe lavabonun içine fırlattı. Çıkan gürültü boş evde bir gök gürültüsü misali yankılandı. Sonra duyduğu ses onu daha da şaşırttı ama kahkaha atmayı bırakmadı. Kendi kahkahasını uzun çok uzun zamandır duymamıştı. Ne kadar sürdü bu kahkaha emin değildi. Derin bir iç çekip titreyen ellerine baktı. Kafasını kaldırıp ilaçların olduğu dolabı açıp eline sığdırabildiği birkaç kutuyu aldı. Diğer eline de kahveyi alıp yanan ocağın aydınlattığı mutfağı arkasında bırakıp ezberlediği yoldan gündüz oturduğu koltuğa geçti. Elindeki kutuları yavaşça kucağına bırakıp kahveyi diğer eline alıp bir yudum içti. Ne zamandır oturuyordu burada? Gündüz, dün, birkaç gündür, belki de yalnızca bir dakikadır. Soğuyan kahveden acele bir yudum daha aldı. Sinir bozucu ses yine başlamıştı. Ancak bu sefer daha az duyuluyordu. Gülümseyerek duvardaki saate baktı. Kendi zamanında sabah gördüğü yüzü düşündü. Gülümseyince gözlerinin kenarında oluşan kırışıklıkları. Kahveye atılan gereksiz fazla şekeri. Zarif adımlarla odadan çıkışa kadar. Ancak sesi hatırlayamadı. Hangi sabah olduğundan artık emin olamadığı sabaha dair aklında artık hiçbir ses yoktu. Ne sokaktan gelen bir korna ne suyun kaynama sesi. Kızın sesini düşünmeye çalıştı ama hafızası boş gibiydi. Duvardaki saate bakarak “Zaman geçmiyor.” diye düşündü. Bir eli kucağındaki kutularda derin bir iç çekti.