Bu mavilik sonsuza kadar uzanmıyor. Yıldızlar zaten küstü. Rüzgar hep nefret edercesine esip çıkardığı seslerle öfkesini belli ediyor. Neden değişti bu kadar? Ona iyi bakmıyor muyuz? Onun maviliğine renk katacak küçük uçaklar gezdirmiyor muyuz narin yüzünde? Duymuyor sanırım çocuk seslerini, duysaydı değiştirmezdi yüzünü, olmazdı güneş batarken akıttığı kızıl gözyaşı. 

Artık gökyüzünde gerçekten uçurtma göremediğimi hatırlatan bir kitap okudum. Eskiden ben ve benim gibi olan herkes; çocuklar, koşar koşar rüzgarın kuvvetiyle fizik bilmeden onca küçük uçak kaldırırdık. İnsansız, düşünce sadece kendi üzüntümüzün yere çarptığı bir uçak. Rüzgar o zaman istediğimiz tek şeydi. Onunla dost olduğun zaman havalandırma başarılı oluyordu. Mutluluk rüzgarı destekleyen, rüzgarında esmesini sağlayan bir başka rüzgardı sanki. Rüzgarla kan bağı olan başka bir rüzgar. Belki o rüzgar sadece çocuklar için esiyor. Çocuklar olmadığı zaman inmiyor yeryüzüne. Oluyor gökyüzü kapalı bir koğuş. İçinde bulutların, şimşeklerin, yıldırımların, yağmurların, kar tanelerinin bulunduğu... Onlar da orada tutsak, suçları düşünce özgürlüğü mü? Kitap okumalarını? Yoksa çocukların uçurtmalarını, mutluluklarını yere hiç umursamadan çarptıkları için mi? Bunun cevabını bilmiyorum, bilmek de istemezdim.

Sanırım şimdiki çocuklar bunlardan habersiz. Çünkü uçurtmaları yok, mutlulukları da. 

Onlarda yaralı kanserli bir diz var. Her sene daha da kötüye giden, ruhlarının sıkışmasına, gözlerinin önündeki dünyayı görmekten çok, beyazlar içinde klinikte yaşamalarına sebep olan dizleri var. Umut edecek ruhlarına izin vermeyen bir diz. Onlara dünyanın en ağır suçunu işlettirecek, içlerindeki ruha her şeyin iyi olduğunu, içlerinde bilmedikleri umuda sarılmayı, onlar olmadan ilerlemeyeceklerini hissettiren bir diz. Bu diz öyle habersiz bıraktı ki düşünemez, tepki veremez oldular. Kendi kendilerine bir dünya yaratıp karakterler oluşturdular. Yalnız kalmayı reddedenlerin kapatıldığı akıl hastaneleri gibi zihinlerinde mekanlar oluşturdular. Tüm özgürlük ve umuda bağlı olan niteliklerden koptular. Haberleri olsaydı, Barış gibi olurlar mı? Bir asker kurşununun özgürlüklerine ateş açtıklarını anlarlar mıydı? Burunları uzar mıydı onlara yalan söyleyenlerin? Sözleri geçer miydi duvarlardan, demir parmaklıklardan? Ne lazımdı onlara, bir Sevim mi? Sevim gitti. İnci gitti. Beslediği özgürlüğün kanatları gitti. Gökyüzündeki uçurtma gitti. Etrafında ona huzur veren herkes gitti. Özgürlüklerine af çıkmadı. Kendi dünyasında sorduğu sorularla anlamaya çalıştı. Kırdılar çünkü onlar sadece hayallerinin yıkıntısıydı, fazlası değil, olamazdı. Takvim yaprağının tek kullanımlık sayfası gibi her gün alıştığın duyarsız hale gelmeni sağlayan adaletten uzak haberler gibi, kıvılcım gibi anlık parlayıp solan hayatlar gibi gitti. Kayboldu Barış.