Üç odalı evin giriş koridoru salona kadar uzanıyordu. Yarım metre aralıklarla sıralanan iki odanın karşısında mutfak vardı. Mavi üzerine gümüş rengi ayrıntılar olan yolluk salona kadar taşıyordu. Karşılıklı iki koltuk ve sehpa olduğu geç anlaşılan eşyanın üzerinde sigara paketleri, türlü bardaklar, tabaklar hepsinin üzerinde boş yemiş kabuklarıyla kaplıydı. Yanında duran büyük şişe önceki gece ya da önceki dünlerden kalan bir nişane gibi gururla ayakta duruyordu. Üzerinde ayaklarını gezdirdiği Yörük halısının utanç veren lekelerinden başını kaldırdığında, öğlen üçte avizenin açık olduğunu gördü. Kapatmadı. Kaçak elektriğin yetişemediği ağ onun umursamazlığıyla tamamlanıyordu. Ne zamandır ayakta durduğu belli olmayan iki metrelik kadın, halının üstündeki lekeler, yemek kutuları ve onlarca boş pet şişenin arasından usta adımlarla, takılmadan geçti. Etrafı incelerken salona düşen ışıklar her şeyi daha belirgin hale getiriyordu. Sehpanın yanındaki şişeyi yerinden kaldırıp odaların içine bakarak mutfağa girdi. Şişeyi çöpe attı. Tüm o çöplerin günah keçisi heybetinden kovadan taştı. Ondan kurtulan kadın ağzı açık kalan kovayı seyrederken önceki gece ya da önceki dünlerde bu evde neler olduğunu düşünüyordu. Kim vardı? Kaç sigara içilmişti? Ve en önemlisi herkes neredeydi? Düşünceleri arasında heybetinden taşan son soru onu susmaya ve ayakta durmaya itiyordu.
Kapı tarafından ayak sesine benzer bir ses geldi. İrkildi. Kafasındaki şeyler kontrolden çıkmış, düğüm olmuştu. Ayağı takıldı. Adım atmaya yeltendi parmak uçları üzerinde durdu. Topuğunu yere koyarken eklemlerinden çıkan ses ormandaki kuru dallar gibi çatırdadı. Kafasının içinde takılıp düşse de bedeni dik tutup tüm dikkatini kulaklarına verdi. Kafasını ileriye doğru uzattı. Kim gelmiş olabilir? Elinde kocaman bir silah mı vardı? Ya da görmeden onu öldürebilecek bir iğne mi? iki metrelik kadın katilini görmek istemiyordu. Görse korkarak ölürdü. Aniden ölmek, beklemek onun için daha iyiydi. İyi. Şu anda bile iyi şeylere odaklanıyordu. İyi ölüm. İçinden iyi ölüm diye geçirdi. Dudakları titriyordu. Her şey burada bitmişti, bedeni durdurdu. Eklem çatırtısından dakikalar sonra aynı halde kaldı. Kimse yardıma gelmeyecek miydi? Dallarını çatırdattığı bu ıssız ormanda kahraman oduncular yok muydu? Etrafına bakındı. Buzdolabının üzerinde bir çocuğun resmi vardı. Başında kırmızı şapka ve kımızı bir panço vardı. Yutkundu. Ölecekti. Kesindi. Geçmişi şimdiyle bir olup geleceğini yutup bitirdi. Sonraki adımını daha ihtiyatlı attı. Tezgaha tutunarak kapıyı en net göreceği yerden kafasını uzattı. Gölge yoktu. Yoksa arkasından mı dolaşmıştı. Aniden arkasını döndü. Ayağı göremediği bir şeye takıldı. Dengesini sağlamaya çalışırken etrafı sarı görmeye başladı. Sırt üstü düştü. Işıklar bir anlığına karardı. Çığlıkları tüm apartmanı ve sokağı inletti.
Gözlerini açtığında ambulansın rahatsız sedyesinde yatmaktaydı ve ayakları çıplaktı. Ses çıkaramıyordu. Başında bir adam ve kadın duruyor, onunla pek ilgilenmiyorlardı. Parmağını kaldırıp ağzını açtı. Başındaki kadın “Yine delirecek tut şunu.” dedi. Kolu bir köpeğin ölçülü saldırısına uğradı. Hareket ettiremediği kolunda kuduran bir mermi gibi giren iğne önce kasılmaya, yanmaya ve ıslaklık hissine sebep oldu. Kemiğini delip geçen iğne derisinin altında kaldığı zaman boyunca dudaklarını ısırdı. Kadın iğneyi çıkardığında dilinde kan tadı vardı. Birkaç saniye sonra en güzel yeri geldi. Uyku. İki metrelik kadın arkasını döndüğünde öğleden sonra yarı karanlık koridorda parlayan ışıklar gördü. ortası kapkara ışıklar, etrafa saçılıyor; yüzünü, odaları parlatıyor pencereden dışarı taşıyordu. Yüzünde beliren çizgileri kendisi görse korkardı. Aynaların olmadığı evde tek gerçeklik kendisiydi. kıpkırmızı gözlerinden akan damlalar ağzına sonra pis fayanslarlara damlıyordu. kapkara lekelere düşen damlalar fayansları bir saniyeliğine temiz, geri kalan sonsuzlukta daha pis gösteriyordu. İki metrelik kadının gözleri ışıklara bakmaya alışınca karanlık noktaların içinde çarşaf gibi bir deniz ve üzerinde uçan alacalı turnayı gördü. Turnanın bir kanadı denize değdi; deniz, şerit şerit uzadı. "Kim bu, üzerinde kimlik var mı?" , "Bilmiyoruz, üzerinde kimlik yoktu." sesler kesinlice denizi tekrar gördü. Turna kaybolmuş, ışıkların göbeğindeki karanlık kalmıştı.
Su dahi isteyemediği o gece, uyku ahmakıslatan yağmurları gibi gelip geçiyordu. Uyanıyor, bağırıyor ve başındaki hemşire sayesinde tekrar uyuyordu. O gece başında nöbet tutan hemşire sarı gözlerine bakmaya korkuyordu. Issız ormandan gelen peri o hemşire olamazdı. Huzuru biraz fazla kaçırmıştı. Gözlerini açıp, ne oldu demesine fırsat vermeden düşler ülkesine üç saatlik bir bileti kesiyordu.
Korkmadan geçirdiği o son geceyi hayatı boyunca unutmayacak olan iki metrelik kadın, üç gün sonra hastaneden çıktı. Evinin yolunu bulamadı ve ayakları çıplaktı.
Mehmet Akgönül
2020-05-30T18:25:41+03:00Muazzam... Etkileyici... Kalemine sağlık kardeşim.