Gözlerini açtı. Sabah soğuğu yaşlı bedenini titretti. Gözlerini avuşturdu. Bembeyaz odasında taze bir çiçek kokusu vardı. Koku yanıbaşından geliyordu, masasının üstüne yeni çiçekler konmuştu. Kadın gülümsedi. "Çiçekleri ne kadar sevdiğimi hiç unutmuyor." diye düşündü. Keyiflendi. Taze çiçek kokusunu içine çekerek vazoya uzandı, aldı. Bir eliyle mavi cam vazoyu tutarken diğer eliyle çiçekleri sayıyor, yapraklarını düzeltiyor, onları kokluyor ve onlarla konuşuyordu.

Kadın güne böyle başlamayı çok seviyordu. Odasındaki penceresi açılmış, odası havalanmıştı fakat içerisi soğumuştu. Penceyi kapatmak istiyordu. Yerinden kalkamadığı için eşini beklemeye başladı. Üstündeki beyaz örtüye sarındı. Bir iki saat sonra eşi elinde kahvaltı ile odaya girdi. Karısının uyanık olduğuna şaşıran adam "Bugün erkencisin umarım yeni kalkmışsınıdır?" diye endişeyle sordu. Kadın "Soğuktan bir iki saat önce kalktım. Rica etsem pencereyi kapatır mısın?" dedi.

Yaşlı adam kendisinden beklenemeyecek bir hızla pencereye kapattı ama az daha elindekileri dökecekti. Sevgili karısının yanına geldi, ona kahvaltısını yedirmeye başladı. Kadın, bu yediği yemekleri hiç sevmiyordu ama mecburen bunları yemesi gerekiyordu. Adam, karısının hoşnutsuzluğunu fark ediyordu. Kocası rahatlatıcı bir sesle "Yarım saat sonra gelirler, ben eczaneye gidip geleceğim." dedi. Kadın başını salladı ve gülümsedi. Kocası odadan çıkar çıkmaz suratı asıldı. Bembeyaz odasında gene tek başına kalmıştı. Yarım saat sonra hemşireler geldi.

Hemşireler gitmişti. Kocası eczane dışında başka yerlere de uğradı herhalde çünkü çoktan gelmiş olması gerekiyordu diye düşündü kadın. İçi sıkıldı. Yanında daima birisinin olmasını istiyordu. Yalnız kaldıkça düşüncelerinin ağırlığından kurutulamıyor, çırpındıkça çırpınıyordu. Ölüm kapıdan baktığı zaman hayatını gözden geçirmeden edemiyordu insan. Seksen sekiz yaşındaydı. Ne gençliğine ne orta yaşlılığına ne de yaşlılığına benziyordu. Çok yaşlıydı. Aynaya baktığında orada kendini değil gençliğini görmek istiyordu. Gençliğinde çok güzel bir kadındı. Koyu kahverengi gür saçları beline geliyordu, yemyeşil gözleri uzun kirpikleriyle dalgın dalgın bakıyordu, ince dudakları gülümseyince kocaman oluyorlardı. Şimdi ise kafasında bir iki tane ak saçı kalmıştı, gözleri yumuk yumuk olmuştu, dudakları iyice incelmişti. Sempatik ve hoş bir kadındı. Şimdi ise geçmiş güzelliğinin gölgesinde oturmuş, bembeyaz hastane odasında ölümü bekliyordu. 

Uzun, güzel bir hayat yaşamıştı. Üzüldüğü, korktuğu, yorulduğu, yas tuttuğu günler de olmuştu ama her şeye rağmen hayatını düşününce gülümsüyordu. Böyle bir kadındı. Gülümsemeyi biliyordu. Odasında oturmaktan sıkıldı. Kolundaki serumlar da bir iki dakikaya bitecek gibi duruyordu. Kalkmak için yavaş yavaş hazırlandı. Sırtını dikleştirdi. Bacaklarını kendine çekti. Yaşlılığın verdiği yavaşlıkla bir iki dakika çoktan geçmiş, serumlar bitmişti. Ayaklarını yatağın kenarından sarkıttı, terliklerini giyindi ve indi yataktan. Masanın yanında duran sandalyenin üstünde kendi ördüğü hırkası vardı. Hırkayı aldı, giyindi. Odada bir iki tur yürüdü, bacaklarını açtı. Nefesi hızlanınca pencerenin önüne geldi. Pencereyi açtı, derin bir nefes çekti içine. Pencereden dışarıyı izlemeye başladı. "Ölsem de kurtulsam." diye düşündü. Bu hastalığı atlatsa ne olurdu atlatmasa ne olurdu? Her yaşadığımız gün ölüme daha çok yaklaşıyorduk ve o çok yaşamıştı. Dökülmüş kaşları çatıldı. Kocası nerede kalmıştı?

"Odada tek başına olmayı sevmediğimi biliyor.” diye söylendi. Yüzü huzursuzdu. Yüzü uzun zamandır huzursuzdu. Tekrar derin bir nefes aldı ve kafasını bembeyaz odasına çevirdi. Odasında bir tane tablo asılıydı. İki tane genç, yağmurun altında el ele tutuşuyordu. Çocuğun elinde bir adet papatya vardı kıza vermek için bekliyordu. Kızın kafası gökyüzüne bakıyor, gözleri kapalıydı. Çok güzel bir andan hemen önce durdurulmuş bir zamanı çizmişti ressam. Yaşlı kadının gözleri ansızın yaşardı. Bunca aydır hiç bu kadar dikkatli incelememişti tabloyu. Yaşlı kadının aklına ilk aşkı geldi. İlk aşkıyla lisede tanışmışlardı. Çocuk, asık suratlı gizemli bir çocuktu. Pek konuşmazdı, arkadaşı da yoktu. Yakışıklı, kara kaşlı, kara gözlüydü. Yaşlı kadın gençliğinde nasıl oldu, neden olduysa ona ilgi duymaya başlamıştı. Ona açılmak için hep doğru zamanı beklemişti. Gel gör ki bir gün çocuk okula gelmez oldu. Onu ne kadar da merak ettiğini hatırlıyordu, cuma günü törenden önce müdüre gidip ona ne olduğunu sormuştu.


-Anne babası trafik kazası geçirip vefat ettiler. Kız kardeşiyle birlikte halasına, Ankara’ya gittiler.


Kız kardeşi olduğunu bile yeni öğrendiği o ilk aşkının gidişi kalbinde bir kor gibi kalmıştı. Aşktı işte, bir anlık alevdi. Harıl harıl yanmış ve sönmüştü. Yaşlı kadının içi titredi. O çocuğu bir daha hiç görmemişti. "Muhtemelen o da ölmüştür." dedi içinden. Sonra üniversitedeki arkadaşlarını hatırladı. Hepsini yıllar alıp götürmüştü, o dopdolu masada bir tek o ve kocası kalmıştı. Çok kötü hissediyordu. Ağlamaklı, yeşil gözleri zümrüt gibi parlıyordu. Gözyaşları birer birer düşmeye hazırlanırken odasının kapısı açıldı. İçeriye biricik kocası girdi.

 Kadın kocaman gülümsedi. Tam zamanında gelmişti. Her zaman tam zamanında gelirdi zaten. Kocasına küçük ama hızlı adımlarla koştu ve sarıldı. Kocası aniden gelen bu sarılmayı karşılıksız bırakmadı, yaşam mücadelesi veren güçlü karısını kolları arasına aldı. Altmış yedi yıldır evlilerdi. Kim bilir kimlerin yattığı, sağ çıktığı hatta ve hatta öldüğü o bembeyaz hastane odasında şu an birbirlerine sarılan iki koca ömür vardı. Kadının yaşlı elleri kocasının bembeyaz seyrek saçlarına gitti. Kocasının başını okşadı. Kadın, kocasının gözlerine baktığında o mavi gözlerde sadakati görüyordu. Hiç kolay bir hayatları olmamıştı. Kadın otuzlu yıllarında iki kere düşük yapmıştı. Üçüncü kez hamile kaldığında bu çocuğunu da kaybedeceği için çok korkmuştu. Ama allah onlara sağlıklı iki tane ikiz kız çocuğu hediye etmişti. "İki tane çocuk gitti ama ikisi de geri geldi." demişlerdi birbirlerine. Çocuklarını hep el üstünde tutmuşlar ve onlardan sevgilerini hiç ayırmamışlardı. Dört kişilik sevgi dolu bir yuvaları olmuştu. Kutu oyunları geceleri bile vardı. Fakat bir gün, iki çocuklarını da okul servislerinin yaptığı bir trafik kazasında kaybetmişlerdi. Kadın nereye baksa çocuklarını görmeye başlamıştı o zamanlar. Adam da hep bir çocuğu olsun istediğinden hayal kırıklığından evden çıkamamıştı. Maddi ve manevi olarak büyük sıkıntıya girmişlerdi. Yıllarca evlilik terapistine gitmişler, evlerinde bir türlü huzur bulamışlardı. En sonunda yeni bir eve taşınmış ve kendilerine bir köpek almışlardı. Bu üzücü olay da kalplerinde bir yara olarak kalmıştı. Ne zaman albümlere baksalar birbirlerinin gözyaşlarını silmişlerdi. Ellilerinin başlarında üst kattaki komşularının evi yanmış, yangın da tüm apartmana yayılmıştı. Tüm altınları ve bankaya koyacakları nakit paraları yanmış ve emekliliklerinde de çalışmak zorunda kalmışlardı. Bankalarındaki birikimleri ve emekliliklerindeki kazançlarıyla anca altmışlarının başlarında bir yazlık alabilmişlerdi. Gerçi onu aldıktan hemen sonra adam böbrek yetmezliğinden iki yıl hastanede yatmıştı. Çok fazla acı yaşamışlardı birlikte, her şeye rağmen şu an hastane odasına olsalar bile birbirlerine sarılarak huzuru buluyorlardı. Kadın; küçük, yaşlı, yatmaktan şişmiş ayaklarının üstünde havaya kalktı ve kocasını dudaklarından öptü. Adam, karısının belinden tuttu ve ona karşılık verdi. Son öpücükleri olduğunu bilseydi adam, geri çekilmezdi. Adam geri çekildi. "Seni çok seviyorum." demek için gülümsedi ve tam derken kadın şiddetle öksürmeye başladı. Yaşlı kadın nefes alamıyordu. Adam karısının yatağa tutanmasını sağlar sağlamaz koridora koştu ve tüm gücüyle bağırdı. 


-Hemşire!


Adamın sigaradan kalınlaşmış ve çatallaşmış sesi hastanede yankılanmış, diğer odalardaki hasta yakınları endişeli yüzlerle odaların kapısına çıkmışlardı. Koridordan mavi önlüklü hemşireler koştu odaya. Yaşlı kadını hemen yatağına yatırdılar ve hızlı hızlı yapmaları gerekenleri yapmaya başladılar. Yaşlı adam karısının yanına gidemiyordu. Karısının yatağının önünde iki eli ağzında, endişeli gözlerle hemşireleri izliyordu. Karısıyla göz göze geldiler. O an zaman durdu. Hemşireler yavaşladı. Karısıyla bakıştılar. Bir ömür sığdırdılar o iki saniyeye. Adam gözyaşlarına hakim olamadı ve ağlamaya başladı. Karısı olmadan ne yapardı? Ne yer, ne içerdi? Nasıl nefes alırdı? Kime çiçek getirirdi? Kimin alnını öperdi? O yazlıkta kiminle güneşle aynı anda kalkıp bahçeyle ilgilenirdi? Kimin yanında tamamlanmış hissederdi?

Karısı ölemezdi. Ölmemeliydi. Yaşlı adamın mavi gözleri parlamıştı. Yüzü kıpkırmızıydı. Hemşirelerin hızlandığı an biliyordu ki eşi; hayatı, her şeyi, güzeller güzeli harika bir kadın bu dünyadan ayrılmıştı. 

Kadın öksürüyordu. Hemşireler onu alelacele yatağına yatırdılar. Ciğerleri acıyordu. Bitiyordu hayatı, kurtuluyordu. İçten içe seviniyordu kadın. Göğsündeki bu acı, sonunda bittiyordu. O da bu dünyadan göçüyordu işte. Vakti gelmişti. Bu sevinci ve acısı sırasında kocasının gözlerini gördü. Zaman durmuştu sanki. Bedenini bir utanç kapladı. Kadın öksürükleri arasında kıpkırmızı kesildi. Bu mavi gözleri hiç bu kadar üzgün görmemişti. Kocasını bırakmak istemiyordu ki o sadece vakti geldiğini düşünüyordu. Kendinden ve ondan vazgeçmişti. Pişmandı. Yaşamak istiyordu. Kocasının yanında olmak ve ona sarılmak istiyordu. Eve gitmek istiyordu. Dünyadan gitmek istemiyordu. Eşine doğru elini uzattı. Göğsündeki acı bir anda derinleşti ve o an, o pasparlak mavi gözlerde aşktan daha anlamlı bir şey gördü kadın. O gözlerde adanmışlık ve yaşanmışlığı gördü. Gözleri kapanmaya başladığında her şey hızlanmış ve son duyduğu şey biricik kocasının ağlayan sesi olmuştu.


- Seni çok seviyorum, gitme!