Gün, mesaisini bitirmiş, vardiyasını akşama devretmişti. İki yakayı bir açıdan ayıran, bir başka açıdan da birleştiren o kadim deniz, mavi elbisesini çıkartmış geceliğini giyinmişti. Birtakım insanlar telefonlarıyla oldukça meşguldü. Birtakımı ise Boğaz’ın renkli ve ahenkli ışıklarıyla ve kararan havayla gözlerini şenlendiriyor, yüreklerini mutlu ediyorlardı. Onlardan biri de bendim. İkinci güruha dahildim.
Boğaz’ın serin sularında yansıyan ışıklar, dalgaların ritmik hareketleriyle birlikte bir senfoniye dönüşüyordu. Bu ahenkli dansı izlemek, ruhuma huzur veriyor, içimi tarifsiz bir mutlulukla dolduruyordu. İnsan kalabalığının ortasında, doğanın bu eşsiz gösterisiyle adeta baş başa kalmıştım. Gözlerim, ışıkların suya düşüp dağıldığı noktada takılı kalmışken, birden bir sesle irkildim. Küçücük bir bebeğin bağırmaları kulakları tırmalıyordu Üsküdar-Eminönü vapurunda. Bir başka çocuk çocukçaya mahsus kelimelerle bir şeyler anlatıyordu. Belli ki Boğaz’ın güzelliğinden dem vuruyordu. Denizi ve kararan havayı ışıkların ahengini şerh ediyordu babasına. Tabii ki çocukçaya mahsus kelimelerle. Çocuk, küçücük gözleriyle gördüğü her şeyi, kalbindeki saf duygularla harmanlayarak ifade ediyordu. Elbette çocukçaya mahsus kelimelerle.
Çocuğunun bu masum heyecanını dinlerken gözlerinde bir ışıltı, yüzünde bir gülümseme belirdi babanın.
İskeleye indiğimde, insanlar ellerinde telefonlarıyla ilerlerken ben ikinci güruha dahil olanların son neferlerinden biri olarak evvela adımlarımı yavaşlattım ve dönüp Boğaz’a bir daha baktım. Denizin kokusunu çektim içime. O anlarda yaşadığım derin hisleri muhafaza edebilmek arzusuyla yoluma devam ettim.