Takvim yaprakları 1943-1944 yılını gösterdiğinde Almanya'nın bloğunda yer alan Bulgaristan, Sovyetler Birliği tarafından işgal edildi. Bulgaristan'daki faşizmin yerini komünizm aldı. Sovyetler Birliği tarafından desteklenen Bulgaristan Komünist Partisinin başa geçmesi Bulgaristan'da yaşayan azınlıklar için bir tehlike oluşturmaya başlamıştı. Komünist rejimin yayılmasındaki en büyük engel, azınlıklar olarak görülüyordu. Bulgaristan Türkleri de bunların bir kısmını oluşturmaktaydı. Komünizmin azınlıklar ile mücadelesi özellikle Türklerin bulunduğu bölgenin eğitim seviyesini yükselterek, bölge insanlarına komünist rejimi öğreterek başlamıştı. Tabii her şey böyle masumane ilerlemedi. Geçen kırk beş yıllık süre zarfında asimilenin, işkencenin ön planda olduğu eylemlere başlandı. İlk olarak Türk isimlerinin bulunduğu yerler değiştirildi, başkaldıranlar türlü işkenceler ile öldürüldü. Türkçe dili değiştirilmeye başlandı. Bu durum Bulgar Türkleri için bir kaçışa sebebiyet verdi. 1951'den itibaren 1989 yılına kadar aralıklı göçler başlamıştı. Bu göçler özellikle Türklerin yoğunlukta bulunduğu Türkiye’ye olmuştu. 1985-1989 yılına geldiğimizde artık son günlerini yaşayan Sovyetler Birliği parçalanmaya başladı. Bu durumu fırsat bilen yüz binlerce Türk ise Türkiye’ye sığınmışlardı. Arkada bırakılan insanların, evlerin, hayvanların varlığı hatırlandıkça büyük bir acı dalgası Bulgar Türklerinin omuzlarında Türkiye’ye doğru yol almıştı. Göç edenlerin arasında Tahsin diye bir adam göze çarpmaktaydı. Bulgaristan’ın özerk olduğu dönemlerde doğmuş bir çiftçinin en büyük oğlu olarak dünyaya gelmişti. Babası gibi çiftçi olma özellikleriyle doğmuştu adeta Tahsin. Okuma fırsatı verilmemişti, okula gitme yaşı geldiğinde eline bir tırpan verilmiş ve babasıyla tarlaya doğru yol almıştı. Savaşlar oldu, insanlar öldürüldü fakat Tahsin, babasının yadigarı olan toprakla yaşamaya devam ediyordu. Komşusunun kızı Hazel’le evlenmiş, bir de Hasan isminde çocukları olmuştu. Mutlu olmasa da huzurlu bir yaşamları vardı. Sovyetler Birliği'nden yayılan rejimin ilk etkisi topraklarının ellerinden alınmasıyla gerçekleşti. Bu durum Tahsin’i derinden yaralamıştı. Toprağını ekmeye devam ediyordu fakat artık kendisine ait değildi. Göç eden insanlar arasına karışmasına en büyük etken bu olmuştu Tahsin’in. Geride baba yadigarı toprağı bırakıp Türkiye’ye doğru yol alırken yanına aldığı tek eşya babasının hediyesi olan tırpanı olmuştu. Hazel ve Hasan’ın elinden tutup her şeyin daha iyi olacağı ümidiyle Silivri’ye yerleştiler. Küçük bir bahçe kurup bahçenin tabelasını Silistre olarak kazımıştı. Küçük bir yerleşke kurmuştu Silivri’ye, küçük bir Bulgaristan toprağı, küçük bir Silistre şehri. Geçen senelerde Hasan büyümüş, evlenmiş, iki kız çocuğuna sahip olmuştu. Büyük kızını Silivri'de yetiştirdikten dokuz sene sonra metropole yerleşti Hasan. Ona köyünü, ona acılarını hatırlatan küçük Silistre’yi hiçbir zaman sevememişti. Bir erkek çocuğunun olması umudunu taşıyordu içten içe; ona Tahsin adını verecek, onu metropolde savaştan uzak, acılardan korunmuş olarak büyütecekti. Tanrı onun bu isteğini karşılamadı. Sevgi adında bir kız çocuğu dünyaya geldi.

Sevgi, hayata babasının ilgisizliği ile başlamıştı adeta. Bütün hayatlarını etkileyen savaş ve göç Sevgi’nin de peşini bırakmamış, hayatı boyunca zaafı haline dönüşecek bir açlığı daha dünyaya ilk gözünü açtığında yaşamıştı. Geçen zaman dilimlerinde iki anne ile büyümüştü adeta. Kendisinden yaşça büyük ablası ve acılardan uzaklarda yeni bir dünya kuran annesinin, bütün ilgi odağı Sevgi'de toplanmıştı. Sevilmenin ve sevgisizliğin, ilginin ve ilgisizliğin diyalektiğini hayatı boyunca hissetmişti Sevgi. İlerleyen senelerde insanların ilgi odağına dönüşmüş ve her yerde sevilen bir çocuğa dönüşmüştü. Bunun en büyük etkeni düalist bir hayatı olmasından doğuyordu. O aynı zamanda metropolde yaşayan bir çocuk, aynı zamanda da küçük Silistre'de dedesinin tarlasında zaman geçiren bir çocuktu. Bu durum onu birçok insandan ayırıyordu. Savaşın, acının yükünü omuzlarında hisseden dedesiyle geçirdiği zaman ona emeği, yalnızlığı, doğayı, aynı zamanda da acıyı öğretmişti. Bu durum onda ince bir karakter yaratmış ve insanlara yakınlık kurmayı kolaylaştırmıştı. Dedesine olan sevgisi, insanlara olan sevgisinin temel taşıydı belki de. Sevgi için her şey yolunda gidiyordu; onu seven, ona ilgi gösteren biri vardı hayatında; dedesi, tarlası, küçük Silistre’si ve öğrendikleri vardı. Bütün bunların yanı sıra yalnız kalmalarından doğan bir ben sevgisi de oluşmaya başlamıştı. Bu güzel giden rutin, ona sevgiyi yaşatan insanın hayatından çıkmasıyla sarsılmıştı. Çok zaman geçmeden dedesini kaybetmesi onda onarılmayacak bir yara bırakmıştı. Yalnızlığının getirisi olan ben sevgisini artık bulamıyordu. Hayatının başına dönmüştü adeta ilgisiz ve sevgisizliğin, kayıpların acısını çekiyordu Sevgi. Fakat yaşam bütün acılara rağmen devam ediyordu, Sevgi'nin karşısına insanlar çıkmaya başlamıştı. Ona ihtiyaç duyduğu ilgiyi ve sevgiyi gösteren insanlar. Bu duruma olan açlığı adeta elini kolunu bağlarcasına etkin olmadığı olayların içerisine çekmişti Sevgiyi. Neyi istediğini bilemiyor; hatta insanların ona ilgisinin, sevgisinin, hoşuna gittiğinin bile farkında değildi. O ne olduysa o olmaya devam ediyordu sadece. İnsanlar arasına karışmaya devam etti Sevgi. Ne zaman bir ayrılıkla karşılaşsa sancılı bir ses tonuyla "Ayrılıklar olmasın." diyordu. Artık acı çekmek istemiyordu, insanlara yakın olmak istiyordu. Aslında tek istediği yakasını bir türlü bırakmayan acı dolu anlar, acı dolu sonlar ile yüzleşmeme isteğiydi. Acı ile yüzleşmemenin en güvenilir yolunun izole bir yaşam olduğu düşüncesi ile yaşamını sürdürmeye devam etti. Kendini ait hissettiği bir çevresi, onu seven insanları vardı. Bu başlarda yeterli görünüyordu. Geçen her zaman dilimi içinde anlamlandıramadığı kimi duygulara kapılmaya başladı. Bir açlık hissediyordu, nereden ve nasıl kaynaklandığını bilmediği bu açlık duygusunu tanımlayamıyordu. Bir şeylere ihtiyacı vardı fakat ne olduğunu bilemiyordu. İnsanları anlayabiliyor, acılarını önemseyebiliyordu fakat mevzu bahis kendisi olduğunda bilinmeyenler denizinde yolculuk yapan bir kaptan edasına dönüşüyordu. En zor olanı da bu değil miydi? Hράκλειτος -Herakleitos- altmış yaşına geldiğinde bir cümle bırakmıştı arkasında: “Kendimi aradım. (Diels, Fr.101)”

2300 yıl sonra Alman yazar Goethe de yaşamdaki anlamın insanın kendini aramasından ibaret olduğunu ileri sürüp, kendini bulduğunda da ise insanın öldüğünü belirtmiştir. Sevgi birçok insanı anlayabiliyordu fakat kendisini çözümleyemezdi. Otuzlu yaşlarına geldiğinde izole duygu durumuna son verecek bir insanla tanıştı. Senelerin vermiş olduğu anlamsız duyguların son bulduğunu hissetti, bunu başaranın bir insan olduğunu düşündü başlarda. Duygularını sorduğumuzda onun sevgisi ikimize de yetiyor, diye nükteli bir cevap vermişti. Farkında olmadığı gerçeği cümlelerinde gizliyordu aslında. Sevebilmesi için sevgiyi hissetmesi gerekiyordu. Sevme edimini ancak böyle var edebiliyordu içinde. Evliliğini oluşturduğu koca bir yaşam boyu hayat arkadaşını sevdiğini düşünmüştü. İlerleyen yıllarda ilgi ve sevginin oluşturduğu bütünü saygı almış, huzurlu geçen bir hayatı olmuştu. Sevgi ne zaman duygularını düşünmeye kalksa çocukluğunda ve gençliğinde hissettiği boşluğu yaşamaya başlamıştı. Bu bilinçli olarak yaptığı bir şey değildi. Kendisinden yüz yıl önce yaşanılan olaylar zincirinin esiriydi yalnızca. Mutlu sayılmasa da huzurlu bir yaşam sürerek sonlandırdı yaşamını, hiçbir zaman anlamlandıramadığı duygu durumlarının içinde çokça buldu kendini. İhtiyarlayıp ölümüne yaklaştığımızda bile sık sık yinelediği cümleyi kurmaya devam etti:

“Mutlu olmaya ihtiyacım yok, acı nüfuz etmiyor artık bedenime, bu yeterli.”

Bu yeterli...