Hayatımı, sevginin temelinde ne olduğunu düşünerek geçirmek istemiyordum artık. Sevgi denen illetin -illetten başka bir karşılığı olacağını düşünmüyorum- neye göre ve ne zamanlarda şekillendiğini anlamak çok zor geliyor. Eminim yalnızca bana zor gelmiyordur. Ancak başkaları tarafından da çekildiğini bildiğimiz dertler bizim çekmiş olduğumuz derdi hafifletmeye yaklaşmıyor bile. Belki de ilişkilerimizde yaptığımız hatalardan biri de budur. Aynı derdi iki kişi aynı anda çekince derdi unutuyoruzdur belki de. Oysa ortada daha da büyümüş bir dert olduğu aşikardır. Neden kandırıyoruz kendimizi? Bir hiçliğin ortasında yalnızca var olmak üzerine yaşıyorken bu varlığı neden başka şekillerde anlamlandırmaya çalışıyoruz? Geçip gideceğiz. Hiçbir şey olmayacak. Sevgi nerede kalacak yahut aşk? O halde günden güne içimde başka şekillere evrilen bu sevgi düşüncesi artık yok olmak üzereyse neden hâlâ bir şeyleri anlamaya çalışıyorum? 


Bazen bir şeylerden geçmemiz gerektiğini biliriz. Yine de o şeyleri böyle bir hiçliğin ortasına bir daha dönmemek üzere göndermek elbette zor olabilir. Ancak yapılması gereken budur ve nasıl, ne koşullarda yapıldığının da bir önemi kalmaz. Şöyle bir örnekle açıklamak gerekirse yaşamak için önünüzde iki yol var: Ya acı çekerek yaşayacaksınız ya da birini öldürerek. İnsan olmanın getirdiği hisler -hissizlik de denebilir- elbette birini öldürme seçeneğini öne çıkaracak. Çünkü böyle hayati bir kararı alırken öncelikle kendimizi düşünürüz. Bu insanın bencilliğinden kaynaklı sugötürmez bir gerçektir. Öyleyse sevgiyi yahut aşkı da, daha doğrusu sevgisizliği yahut aşksızlığı da böyle bir örnekle açıklayabilir miyiz? İçimizde sevgi ve aşka dair hisleri öldürdüğümüzde yaşayabileceğimizi anlarsak bu hisleri kolayca öldürebilir miyiz? Her şeyden önemlisi yaşayabileceksek bu denemeye değer midir? Bir ömür aşksız ve sevgisiz yaşanabilir mi? 


Burada bahsetmiş olduğum sevgi, bitkiye veya doğaya, aileye duyulan sevgi değildir. Bir insana duyulan bağlılık duygusundan bahsediyorum aslında. Yoksa elbette tümüyle sevgisiz yaşamak pek mümkün olmayabilir. Bu sebeple irdelememiz gereken nokta bir insana bağlılık derecesinde sevgi veya aşk beslemeden yaşanıp yaşanamayacağıdır. 


Simone de Beauvoir ve Jean-Paul Sartre’ın özgür ilişkisini bilenleriniz vardır. Simone de Beauvoir ve Jean-Paul Sartre gençlik yıllarında tanışırlar ve birbirlerine büyük bir saygı duyarlar. Hatta bu saygı öyle büyüktür ki hayatları boyunca birbirlerinden ayrılamazlar. Aslında bu iki insan arasında yaşanan şeyin ne olduğunu bilmekten çok ne olduğunu anlamak önemlidir. Anlamak içinse önce pek tabii bilmek gerekir. Sartre ve Beauvoir, birbirlerine bağlı kalmak istemeyen, daha doğrusu hem cinsel hem de yaşantı olarak birbirlerini kısıtlamayan bir ilişki yaşamak istiyorlardı. Hem Beauvoir’in feminist yaklaşımı hem de Sartre’ın belki de yazarların en çok kadınla aynı anda beraber olanı olması, bu ilişki yapısını destekliyordu. Ancak bu iki insan birbirlerine bağlı kalmadan aslında hayat boyu birbirlerine bağlı kalmışlardı. Yazdıklarını ilk birbirleri okuyorlar, ilk eleştirileri birbirlerine yapıyorlar, bol bol felsefe konuşuyorlar, varoluşçuluk üzerine çalışıyorlardı. Bunun yanında cinselliği de arkadaşlığı da yaşıyorlardı. Ancak birbirlerinden artakalan vakitlerde de başkalarıyla cinsel birliktelikler yaşamaktan geri durmuyorlar, hatta bu birlikteliklerden birbirlerini de haberdar ediyorlardı. Böyle düşününce ne kadar garip olduğunu düşünüyoruz değil mi? Oysa bu iki insan alanlarının en başarılılarındandı. Bu sebeple dışarıda başka birinde görsek yadırgayacağımız bu davranışı bu iki insan gerçekleştirince kutlu bir aşk hikâyesi gibi anlatmaktan geri durmuyoruz. Öyleyse bu iki insan için normal olan şey neden genel bir normale dönüşmesin? Birine ölümüne duyulan bağlılıktan kaynaklanan aşktansa böyle ‘’açık ilişki’’ diye tabir edebileceğimiz özgür bir ilişki daha sağlıklı değil midir? Özellikle günümüzde neyin ne olduğunu karıştırma durumunun arttığını düşünürsek böyle bir ilişki aslında her şeye kafa tutan ama bir o kadar da mükemmel bir şey olamaz mı?


Günümüzde neyin ne olduğunu karıştırma durumunu da açıklamak gerekir. İlişki adı altında yaşanan kısıtlamalar, birbirinin yanında olduğunu iddia edip aslında sadece bedenlerin yanında olmalar gibi durumlar aslında ne kadar da içler acısı değil mi? İki insan oturup hem sanattan hem yemeklerden, hem okuldan veya işten hem çamaşır deterjanı markalarından, hem ekonomiden hem politikadan konuşamıyorsa gerçekten bu iki insana sağlıklı bir ilişki içindeler diyebilir miyiz? Yahut iki insan yalnızca susamıyorlarsa, kilometrelerce yürüyemiyorlarsa, beraber aç yatamıyorlarsa, beraber her şeyin hem en kötüsünü hem de en iyisini yaşayamıyorlarsa, birbirlerine sürekli bir şeyler katmıyorlarsa bu ilişki bir ilişki midir? Ya tüm bunları yapıyorlarsa, ancak hâlâ eksik bir şey olduğunu düşünüyorlarsa? İşte beraber olmanın anahtarı belki de budur: “Eksik hissetmemek.’’ Demek istediğim, gelişimsel ve kültürel bir eksiklik de değil. Birinin yanında eksik hissetmek. Yani o an orada olmasının bir anlamı yokmuş gibi, olmasa da olurmuş gibi hissetmek. Birbirine bir şey katmak burada daha önemli bir rol oynuyor. Çünkü bir şeyler bilmek ve öğrenmek, sonu olmayan ve çoğu zaman karşılıklı etkileşim gerektiren bir olgu. Bu karşılıklı etkileşimi kiminle gerçekleştirmek isteriz? Tanıdığımız ve bize bir şeyler katacağını bildiğimiz insanla mı yoksa sıradan biriyle mi? İkinci seçeneği seçecek insan sayısının çok az olduğunu varsayarak devam edeceğim. 

Ancak burada karşımıza bir sorun çıkıyor. İlişki, gerçekten ilişki olsa bile taraflara nasıl haklar tanır? İki insanın birbirleriyle gün içinde sürekli iletişim halinde kalmaları, birbirlerini delice kıskanmaları hakkını verir mi? Elbette vermez. Bir ilişkinin en önemli noktası belki de bireyselliktir ve bireysellikten doğan birliktelik. İlişkinin bireyselliği de yalnızca kişilerin özgürlüğüyle orantılıdır. İki insan neden bir sokak lambası altında öpüştükten sonra geceyi farklı evlerde kendileriyle geçirmesin ki? Yahut günün birinde buluşup birbirlerine o gün için verebilecekleri her şeyi verip neden gün sonunda farklı yataklarda uyumasınlar? Bunlar pek tabii olağan karşılanabilir. Ancak sugötürmez bir gerçek vardır: Beraber uyumak, sevişmek gibi şeyler de bir ilişkiyi en az paylaşmak kadar diri ve ayakta tutar. 


O zaman nasıl bir ilişki reçetesi yazmalıyız üzerine epeyce düşünmek gerekir. İnsanlarla bu konu hakkında uzun uzadıya konuşmalar yapmak gerekir ve bu konuşmaların sonunda da her insan kendine doğru gelen ilişki tanımını yapabilmelidir. Eğer iki insanın ilişki tanımı kesinlikle muhteşem bir şekilde örtüşüyorsa işte en sağlıklı ve doğru ilişki de budur.