XXXXX,

Sen haziran ayında bana “mektuplaşalım” dediğinden beri bu üçüncü yazmaya oturuşum. İlk mektubum çok güzeldi, sonunda üstü kapalı biçimde sormuştum sana senin de benim gibi hissedip hissetmediğini. Ama korkup utandım, veremedim sana. İkinci mektupta bu soran kısmı atmış; yalnızca tüm hevesimle yeni öğrendiğim birkaç şeyi, sevdiğim şairleri, düşünme süreçlerimi anlatmıştım. Bu seferki mektup biraz farklı. Yarın, iki haftadır görüşmüyor olacağız. Ben; üzüntünün şimdi içine kapattığı, sessizleştirdiği biri olarak sana yazıyorum. 


Seninle ilgili hislerimi söylemek için hep “mükemmel an”ı bekledim fakat bir şeyi ne kadar çok istersen onun olmama olasılığı o kadar artıyor. İki hafta önce pazartesi akşamı senin sorduğunu yanlış anlayınca hissettiklerimi gerçekten derinden hissedip de içimde sakladıklarımı son bir kez daha toparlayamadım ve söylemek durumunda kaldım. Hem de hiç istemediğim bir biçimde... Bunu daha önce “susam çiçeği” öyküsüyle yazıp da veremediğim mektupla denedim. Çünkü neyi seviyorsam ona değer katmak, onu içimde baştan yaratmak, hep yazmak istedim. İnsan olmanın, hissediyor olmanın hakkı böyle verilir diye düşündüm. Duygularımı istediğim şekilde söyleyememek bir meseleydi, evet ama asıl problem buradan sonra başlıyor.


Gözyaşlarım görüşümü bulanıklaştırdı, ben de yazmaya ara verdim. Mektuba başlayışımın üzerinden iki gün geçti. Anlatmak istediklerimi nasıl sıralayıp yazmaya başlayacağım bilmiyorum. Bir haftanın ardından ilk defa dün kendimi iyi hissettim, ilk kez içimi çeke çeke duvarlara bakmadan yalnızca gözlerimi kapatıp uyumayı düşündüm.


Kendi sesimi kaybettiğimi sandım. Gittikçe açılmak yerine içine kapanan, en sonunda da boşluğun ortasında bir noktaya dönüşmeye hazırlanan bir çiçek belledim kendimi. Bir nevi yas tutmak bu. Çünkü seni hâlâ tanıyordum, öğreniyordum ve neyi tanıyıp öğreniyorsam bir parçasını kendime ayırıyordum. Sinemaya gidip biletini saklamakla, çikolata kağıtlarını biriktirmekle aynı huy bu. Senden çok şey topladım. Bir şey düşünürken işaret parmağını iki dudağının ortasına mühürlemeni aldım, boynuma bir kolye takar gibi kendime taktım mesela. Ama beni geceleri yatağımda ufalttıkça ufaltan böyle huy geçişleri değil. Sen bana o kadar çok şey anlattın, o kadar çok şeyi sevdirdin ki... Ben; zamanla, bana öğrettiklerini ve gösterdiklerini kendime buladım. Onları düşüncemde yoğurdum, Nargüzelleştirdim biraz. XXXXX'in düşündüklerini, XXXXX'in sevdiklerini, XXXXX'in gittiği yerleri Nargüzelleştirdim. Ama sen benimle görüşmeyi birden bırakınca XXXXX'ten alıp Nargüzelleştirdiklerimin uçları sivrileşmeye başladı, yerlerinden oynadılar, eskisi gibi huzurla durmadılar ve bu, yaşantımın tam ortasına kara bir leke gibi düştü. Ne yapacağımı bilemedim. XXXXX hem böylesine etrafımda hem de hiç değilken kendimi avutmak çok zor oldu. Sayende tanıdığım şairlerin şiirlerine sarıldım, ağlamamak ve kendimi oyalamak için dizelerini defterime yazdım. Hiç anlamadığım "Poetika"ları tekrar tekrar dinledim. Benim görevim değilken ...'ı en baştan araştırdım avunayım diye. Verdiğin kitapların sayfalarında uzun uzun gezindim. Şehrin içinde bana gösterdiğin kitabelere tekrar tekrar baktım. İşte bunlardan sonra sesimin zayıfladığını anladım. Seninle bir şey paylaşamamak, bana artık hiçbir şey anlatmaman, bana hiçbir şey göstermemen beni kuvvetten düşürdü. Çünkü ben hep kendi kendime, "XXXXX benim dünyayla bağımı güçlendirdi." diyordum. 


Seni tanımayı istediğim ilk zamanı hatırlıyorum. Okul şenliklerinden bir gün önceydi, ben o gün bahçede otururken seni çok kez gördüm. Ama iki tanesini detaylı hatırlıyorum: İlkinde birkaç yaşlıyı gezdiriyor, onlara bir şeyler anlatıyordun. Seni öyle görünce içimde kocaman bir gülümseme dalgalandı, gelip suratıma yerleşti. Ne olduğunu tam anlamasam da yüreğime bir tohum atıldığını biliyordum. O gün seni ikinci görüşümde okuduğum kitabı fark ettin (Sevme Sanatı, Erich Fromm). Yanıma geldin ve ufacık bir sohbet ettik. Sonra giderken reverans yaptın, buna o kadar güldüm ki. İşte o andan sonra seni tanımak istedim çünkü sende tanıdıkça seveceğim şeyler olduğunu anladım.


“Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir.” diyen şarkıyı hiç sevmiyorum. Çünkü sevgi, tam olarak anlaşmaktır, anlamak ve anlaşılmaktır. Ve birçok sebebi vardır, sebepleri sayıp döktükçe sevginin değeri anlaşılır. Kalbimde senin sevginin doğduğu günü her anımsayışımda mutlu oluyorum. Okul çıkışında beni "... Sahaf"a götürdüğün, sonra şehirde biraz turlayıp eski evlere baktığımız gündü. O gün o küçücük dükkanın içinde bir yandan elimdeki Varlık dergisini okuyup bir yandan da seni inceliyordum. Sen, masanın üstünde istiflenmiş eski dergi ve gazeteleri plastik poşetlerin içinden tek tek çıkardın; onları okudun, bazılarına hayret ettin, bazılarına sevindin. Sonra onları incitmekten korkarak özenle poşetlerin içine koyup masanın üstüne dizdin. Senin o hâlin; hayatımda ilk kez gördüğüm bir narinliği, inceliği tanıttı bana. Bir anda kendimi çok huzurlu ve güvende hissettim. Dükkandan çıktık, etrafta kimse yoktu, her yer o kadar sessizdi ki. Yalnızca çeşmenin sesi duyuluyordu. Bir banka oturduk, hiç konuşmadık. Ben konuşmak istesem de konuşamazdım çünkü kalbim ağzımda atıyordu. Ayrılmadan hemen önce ... Meydanı'nda oturup güvercinleri izledik, sana balkonuma dadanan güvercinleri anlattım. O akşam eve yüzümde kocaman bir tebessümle gittiğimde balkondaki yumurtaları fark ettim. “Garip” güvercinin var oluşu, doğup büyüyüşü, sana olan sevgimle eş zamanlıydı. Sanırım temmuzun ortasında garip, uçmayı öğrendi ve yuvasını terk etti. O zaman çok korktum bu kötüye mi işaret diye. Biraz gecikmeli de olsa olmasından deli gibi korktuğumu yaşadım. 


Beni her zaman çok güldürdün. Birlikte sahafa gittiğimiz, şehri gezdiğimiz o günün gecesi dergi için bir şeyler yazmaya çalışıyorduk. Çok yorgundum, çok uykum vardı, ertesi sabah dörtte kalkıp Ankara’ya gidecektim ama sen beni güldürüyordun. O gece, her zaman hasta ve güçsüz bir kadının benzi gibi beyaz bir ışık yayan gece lambam ilk kez çok ışıldadı, gözlerimde gülümsememden artanlarla birleşip odayı aydınlığa boğdu. O zamandan sonra seninle daha samimi olduk, daha çok şey paylaştık. Ben, sonunda aradığım “takım arkadaşı”mı bulduğumu sanıyordum. Beni az çok tanıyorsun, birçok şeyi idealize eder ve romantikleştiririm. Son birkaç yıldır da aklımda hep “ideal sevgi” kavramı vardı. Birini nasıl sevmeliyim, nasıl sevilmeliyim, sevgi “kendini gerçekleştirme” merdiveninin hangi basamağında yer almalı, beni nasıl bir insana dönüştürmeli... Tüm bunları çok kez tartıştım kendimle. Sevgi, dünyayı ve hayatı özne yapmalıydı; birini değil. Birini sevmek en çok kendini sevmekti, öbürünü tanımak ise kendini keşfetmek. Sevgi, insanı daha faydalı biri yapar ve onu ereklerine ulaştırırdı. Kendinden bir şeyler katmayı gerektirirdi ama sen kattıkça azalmak yerine çoğalırdın. Ben, seni tanıdıkça oluşturduğum tüm maddelerin üstünü çizdim zamanla; hepsini hissettim çünkü. Sanırım sonra bir illüzyon oldu ve aynı şeyleri senin de hissettiğini düşünmeye başladım. Aslında işaretler vardı ama ben görmezden geldim. Bir gün, ilmî işlerle uğraşan insanların sevgiyle, ilişkilerle alakası olamayacağını söyledin. Hatta dahasını da söyledin, sen hiçbir şeyini ikiye bölemez, kimseyle paylaşamazmışsın. O gün bu söylediklerine çok üzülmüştüm ama o sıralar pek samimi değildik. Zaman ilerledikçe fikrinin değişebileceğine, değiştiğine inanmıştım. Kurduğumuz ilişkinin yalnızca ikimize ait olduğuna inanmıştım. Seninle bir yerleri gezmek, yan yana yürümek, bana kitaplar vermen, videolar, şiirler göndermen beni çok mutlu biri yaptı. Sen benimle görüşmeyi bıraktıktan sonra çok defa sana bir şeyler anlatmayı istedim. Sana göndermek için köyde bir sürü fotoğraf çekmiştim, hiç anlamadığım ve ilgilenmediğim hâlde bana ... göstermeye devam ettiğin için onlar hakkında araştırmalar yapmaya başlamıştım. Sadık Hidayet’in öykülerini anlatacak, yeni okuduğum şiirleri gönderecektim. Hâlâ çok stresli misin diye soracaktım. En sevdiğim şarkıcının ölümünden bahsedecektim, şu kitaplar sende varsa bana getirir misin diyecektim. 


İlk günler çok yalnız hissettim. Senin bana yazmaman, bana bir şeyler anlatmaman beni öyle üzdü ki bütün dünya bana küstü sandım. Her sene, yazın en sıcak zamanlarında geceleri uyanık olurum. Sıcak beni diri tutar. Makaleler, kitaplar, şiirler okurum odamda; hikayeler yazarım. Bu zamanlarda hep bir başıma olurum. Bazen sokaktan sesler gelir, suskunluk anca öyle bozulur. Bu bir başınalık beni hiç üzmez. Ama bu sene, yazın en sıcak gecelerinde odamda tek başıma okurken, yazarken çok üzgünüm. İlk günler senden ses gelmeyince kulağımı dışarıya çevirdim. Bir akşam araba sesleri, çocuk bağrışmaları duydum. Onlardan benimle konuşmalarını umunca ilk kez ağladım. Günler ilerledi, içimde sana anlatma isteği büyüdükçe ben küçüldüm, ufacık oldum. Bir bankta oturuyordum, yanımdan insanlar gelip geçiyordu; rüzgarın saçımı savurmasına, güneşin tenimi yakmasına izin verdim, ağladım. Yürüyordum, altımda çay da benimle birlikte yürüyordu, sarı renkli yaprakları gövdesinde yoğuruyordu, ağladım. Okuldaydım, piyanonun başına geçtim, parmaklarım soğuk tuşlarda geziniyordu, ağladım. Kendimi kütüphaneye kapattım, bir uyuşturucuyu damarlarımda dolaştırır gibi ders çalışıyordum, çıktım, eve gittim, ağladım. Zaten farkında olduğum ama başımı çevirdiğim ne varsa gözyaşlarım onları ıslatıp yumuşattı, kabullenmemi kolaylaştırdı. Ben seninle görüşmedikçe, sana anlatmadıkça, yazmadıkça içime kapandım. Birbirimize bir hayli benzesek de sen benim gibi biri değilsin. Bir insanın varlığı seni tomurcuklanan çiçeklere döndürmez. Yokluğu küçültmez, incitmez. Benimle kurduğun ilişkiyi herkesle kurabilirsin, paylaştıklarını herkesle paylaşabilirsin. Sen varsın; bir de sevdiğin, ilgilendiğin şeyler var. Bu kadar, salt biçimde öylece duruyorsunuz. İnsanların tükenmek bilmeyen bencil heveslerini diri tutmada bir araç olarak görüyorsun. Karşındaki insanın ne düşündüğüne önem veriyormuş gibi görünüyorsun, aslında sadece söz sırasının tekrar sana gelmesini bekliyorsun. Çok şey anlatıyorsun, bolca konuşuyorsun, sonra bunu geceler boyu sürdürmemiş gibi ben karşında gardımı indirip sana sevgimi söylememişim gibi ortadan kayboluyorsun. Bana sesini veriyorsun, huylarını veriyorsun, fikirlerini bende filizlendiriyorsun, sonra hayatımda hiç var olmamış gibi yok oluyorsun. 


XXXXX, sana öylesine kızgınım ki. Yaptığına kendimce mantıklı sebepler aramaktan yoruldum. Bana cevap vermeyişinin ilk birkaç gününde ümitliydim; eninde sonunda cevap vereceğinden, bir şey diyeceğinden emindim. Kendimi senin karşında bu kadar savunmasız bırakmışken, sen kalbimde ilmek ilmek çoğalırken, benimle aynı şeyleri hissetmesen de bana bir şey diyecektin. Bekliyordum. “Nargüzel, ben senin hissettiklerini hissetmiyorum.” demeni, eğer çok meşgulsen, kafan çok karışıksa “Ne diyeceğimi bilmiyorum, düşünmek için bana zaman tanı.” demeni bekliyordum. Ama sen ortada olan bir şeyin görmezden gelinerek yok olacağını düşündün. Bana etten, kemikten bir duvar oldun. Hayatımda ilk kez üzüntü elimi kolumu bağladı. Üzüntü ilk kez, göğüs kafesimi kırmak için kollarıyla öfke içinde beni sıkan biri oldu. Çünkü bilinçli olarak beni netlikten mahrum bıraktın, yokluğunla beni dünyaya yabancı kıldın. Acımasız bir kararlılıkla da bunu devam ettiriyorsun. Sana anlatamadıklarım içime sığsın, benden taşmasın diye kendimden bir şeyler boşaltmaya başlamışken sen de benimle konuşamamanın eksikliğini hissediyor musun diye düşündüm. Gördüğün, okuduğun bir şeyi benimle paylaşmak istiyor musun diye düşündüm. Ama sonra, en nihayetinde seni anladım. Benimle konuşmak isteseydin konuşurdun, bana bir şey söylemek isteseydin söylerdin. Senin gözünde, bilip öğrendiklerini kustuğun, kişisel heveslerini bir de aynada görmek istediğin için üzerlerine yansıttığın herhangi biri oldum. “XXXXX beni çok geliştiriyor ama ben ona hiçbir şey katamıyorum, ya bir süre sonra benimle görüşmek istemezse…” diye korkuyordum. “Ben kendime bu kadar benzeyen, böylesine uyuştuğum birini ilk kez tanıyorum ama XXXXX’in çevresi onun gibi insanlarla dolu, benden sıkılacak.” diyordum. Baksana, aslında hep farkındaymışım. Ama örneğin, sana İstanbul’daki sahafların videosunu gönderip “Buraları gezersin.” yazdığımda bana “Sen gelene kadar bir şeyler öğrenirim.” dediğin zaman senin için sıradan biri olmadığımı düşünmüştüm. Çünkü beni geleceğinde, farklı bir şehirde görüştüğümüz bir yerde konumlandırmıştın. Ama şimdi seni anlıyorum. Sen öğrenme, bilme hevesinden başka her şeye duvar örüyor, onun dışında kalanlara sırt çeviriyorsun. Yalnız öğrendiklerini seviyor, “şeyler”i hayatının merkezine koyuyorsun. İnsanlar ancak senin heveslerinle aynı doğrultudaysa onları anlamak için çabalıyorsun, karşındaki ne hisseder düşünmüyorsun. Ben bütün zaman boyunca senin heveslerini baltalamadığım için iletişim kurduğun biriydim. Ne zaman aynanın görevi seni yansıtmak yerine kendini göstermek oldu, ben ne zaman hisleriyle karşında duran biri oldum, sen o zaman kaçtın. 


Dedim ya, seni artık anlıyor, böyle kabulleniyor ve zorlamıyorum. Neden böyle yaptığını artık düşünmüyorum. Çünkü XXXXX, XXXXX'liğini yapar, bundan daha doğal bir şey var mı? Bak, Nargüzel de Nargüzelliğini yapıyor. Acısını azaltmak için annesinin koynunda, babasının sesinde gözyaşlarını yuta yuta dinleniyor. Sana hevesle tanıttığında umursamayıp görmezden geldiğin Fikret Kızılok’u dinliyor, Didem Madak’ın seni anımsatan şiiri “Paragraf Başı”nı her gün birkaç kez okuyor; daha fazla küçülmemek, silinmemek için, varlığını dünyaya kanıtlamayı isteyerek başını kaldırıp bolca yürüyor. Ama Nargüzel, Nargüzelliğini en çok yazarak, anlatarak yapıyor. 


Beni günlerce ağlattın, kalbimi öfkeyle yaktın. Üzüntüm, sinirim bir insanayken bunları duvarlara yansıtmak zorunda bıraktın beni. Ama ben yine, Nargüzel olarak kapını çalıp anlatmaya geldim. Ben, yazmadan kendimi nasıl var ederim bilmiyorum. İnsan anlatmazsa, kuşların cıvıldadığı sıcak yaz sabahında okul koridorunda tek başına yürürken ayak seslerinin yüreğinde çınladığını anlatmazsa tıkanır. Gözyaşlarının yanağında anne eli sıcaklığıyla dolaştığını yazmazsa öfkesi içinde yürür, kalbini kanatır. İnsan anlatmazsa, öyle her şeyi içine atıp gözlerini kaldırım taşlarından ayırmazsa, durup durup susarsa yaşayamaz. Hele de tüm bunları anlatmak istediğine anlatmazsa yaşayamaz. Nargüzel, Nargüzelliğini yaptı; aklından ne geçtiyse uzun uzun yazdı. Şimdi XXXXX yine XXXXX'liğini yapsın, okusun. 


Son olarak:

Aslında zarfa ilk mektubumu da koyacaktım ama bulamadım, ikincisi ve sonuncusu elimde. Birer kopyalarını alıyorum çünkü zamanı geldiğinde bunları Yapı Kredi Yayınları'nda yayınlatacağıma eminim. O zaman seninle telif konusunda kavga etmeyiz umarım. Aslında etsek de bir şey olmaz. Hatta kesin edelim. O zamana ben; sarıya boyandığı andan itibaren turuncuya dönmeye hazırlanan ağarmış saçlarımla, tırnakları kırmızıya boyanmış titreyen parmaklarımla tuttuğum sigarayla -çünkü ne de olsa edebiyatçıyım artık- ve topuklu rugan ayakkabılarımla genç ruhlu bir ihtiyar olacağım. Sen bu anlayıştan yoksun, etrafındaki birkaç şey dışında her şeye gözlerini kapayan, bencil kişiliğinle o zamana çoktan bunamış olursun. Tekerlekli sandalye falan da kullanırsın. Topuklu ayakkabılarımın tıkırtısı, huysuzluktan başka hiçbir şeyin okunmadığı yüzünü ekşitir. Saçlarımı savurur, masaya oturur, sigaramın dumanını suratına üfleyip seni öksürtürüm. Beni duyman için bağıra bağıra konuşmam gerekir, yaşlı kadınların kendine özgü cazgırlığıyla seni durmadan iğnelerim. Şimdi, hiç cazgır bir insan değilim. Beni bu kadar üzüp ağlatmanın karşılığında sana nasıl davranmam gerektiğini bilmiyorum. Ama şüphesiz, yetmiş yaşındaki edebiyatçı Nargüzel, bunak ve huysuz bir ihtiyar olan XXXXX’e nasıl davranacağını biliyordur. Korkmaya şimdiden başla.


                                                 on bir ağustos, iki bin yirmi iki, perşembe.

                                                                23.17