Yılmaz Özdil'in "Çok Mu Zor?" başlıklı yazısını okuyunca çocukluğum aklıma geldi. Ben, babam sağlık memuru olduğu için Ağrı'nın Eleşkirt ilçesine bağlı Tahir nahiyesinde doğdum. İlkokul bitene kadar da orada yaşadım. Kırlarda koşarak, oynayarak geçen mutlu bir çocukluktu.
Şimdi düşünüyorum da yokluklar da belimizi büküyormuş. Örneğin muzu sanırım ilkokul 4. sınıfta tanıdım. Babam Erzurum'dan bulup almıştı. Bamya, enginar, kereviz ve daha birçok sebze ve meyve hayatımıza girmemişti. Adlarını bile duymamıştık. Ancak varlığından haberdar değilseniz yokluğunu da çekmiyorsunuz.
Bunun yanında et, süt, yoğurt, peynir, bal ve kırmızı benekli alabalıklar tüketemeyeceğiniz kadar çoktu. Ayrıca her ilkbaharda çıkan çiriş, çaşır, yemlik, ışkın, madımak (biz ona kuş ekmeği derdik) ve tadına doyamadığımız mantarlar hayatımızdaki en önemli sebzelerdi. Yıllar sonra Buca Pazarı'nda Muş'tan geldiğini öğrendiğim çirişleri ve ışkınları görünce deliye döndüm. Işkınlar çok karttı, ama çirişi artık her sene bulabiliyorum.
Tahir'de buğday, arpa yetiştirilir, koyun ve sığır beslenirdi. Hemen hemen her evde yüzün üstünde koyun bulunurdu. Akşam üzeri koyunlar otlaktan dönünce güçlü biri bir taşa oturur, iki koluyla iki koyunun başını sıkıştırır, yanlara oturan iki kadın saatlerce o koyunları sağardı. Sonra kuzular salınır ve büyük bir cümbüş yaşanırdı.
O kadar süt evlerde tüketilemediği için her bahar Aydın'dan mandıracılar gelir, sağlık ocağının yanına çadırlarını kurarlardı. Köylüler sağdıkları sütü onlara getirirdi, adamlar ellerindeki bir aletle sütün saflığına bakarlardı. Saf olmayan sütleri almazlardı. Benim ve köy çocuklarının en büyük eğlencesi mandırada peynir yapımını izlemekti. Yaşlı bir amca vardı, "Ben seni gelin etcem, Aydın'a götürcem, gelin mi?" diye bana takılırdı. Bu teklifi her defasında reddettim.
Sonbahara doğru kış hazırlıkları başlardı. Çinko kovalarda yoğurtlar mayalanır, suyunu almak için üzerine bir tülbent örtülüp kepek dökülürdü. Birkaç kez kepek değiştirilir sonra üzerine tereyağı eritilip dökülürdü. Havayla teması kesilen yoğurt aylarca taptaze kalırdı. Kavurmalar kavrulur, tenekelere doldurulup ağızları lehimlenirdi. Tereyağı eritilir, kovalara doldurulur, petekli ballar eritilip süzülürdü. Yağ eritildiği gün ayranlı kısmından keteler yapılır, helvalar kavrulurdu. Peynirler tulumlara basılır, bulgurlar hazırlanırdı.
Bulgur yapmak için haşlanan buğdaylar kilimlerin üzerine serilirdi. En büyük zevkimiz o buğdaylardan çalmaktı. Bir de nereden geldiğini bilmediğimiz şeker pancarı kamyonları geçerdi Tahir'den. Kamyonlar biraz yavaşlayınca birkaç çocuk onlara tırmanır şeker pancarı çalardı. Aşağıya atılan pancarları tandırın küllerine gömüp pişirirdik. Dünyanın en güzel tadıydı sanırım.
Harman zamanları annemin kâbusuydu çünkü saatlerce döven üzerinde dönerken saçlarımızın arasına dolan samanları temizlemek çok zor oluyordu. Günler süren harmandan sonra elde edilen buğday ve arpanın bir kısmı değirmene giderken diğer kısmı evlerin önünde açılan büyük çukurlarda depolanıyordu. Zamanı geldiğinde oradan çıkarılıp kullanılıyordu.
Bir de yün kırpma zamanı vardı ki onun da keyfi başkaydı. Bütün köy kırlara giderdik. Öküz arabalarının ucu kaldırılıp bir nevi çadır haline getirilirdi. Koyunlar kırkılırken kadın ve çocuklar gölgede oturup beklerdik. Yemekler yenir, oyunlar oynanır, yün yıkama günü kararlaştırılır ve dönülürdü. Sonra gene neredeyse bütün köy kadınları dere kenarında tahta topaçlarla döve döve yün yıkarlardı. Yünler taranır, eğirilir, boyanır; çorap örülür, kilim dokunur, keçe yapılırdı. Yatak yapılacaksa ayrı bir gün yorgan dikme günü olarak yine planlanırdı. Bütün bunlar el birliğiyle yapılırdı. Eğlence ve sohbete doyulmazdı.
Şimdi yok edilen tarım alanları ve meralar bütün bunları bitirdi. O insanlar ne yiyip ne içiyorlar bilemiyorum. Bütün kapıları kapatırsanız eninde sonunda bir taraftan patlar sıkışan insan. Bir yazı bana bunları düşündürdü. Allahtan ben hepsini öğrendim yapılanların. Yün bile eğirebilirim. Kim bilir sizlerin çocukluğuna dair neler vardır...