Boyaları dökülmüş rutubetli bir odada adını hatırlamaya çalışırken nereli olduğunu düşünüyordu. Kendisiyle az konuşur başkalarıyla çok susardı. Odanın dışında bir adı vardı elbette. Birbiriyle müsavi dertlerini ölçmek için teraziye ihtiyacı yoktu. Üşüyen ruhuna kâr etmiyordu sinesinde hâlâ yanıp duran hasretler. Ama ayırmak istiyordu bütün dertleri içinde kamburuna sebep olanı. Ve bu odaya varmadan evvel çölleri aşıp geçmesine sağlayan ve bu odada artık tükenen gücünü. Teaccubiyetin bütün basamaklarından geçip kabul makamında durmuştu. Günleri günlere sıralayıp tesbih yapıyordu. Dağları heybesinde taşımayı ne çok severdi. Ne yönden bir yara kanasa yüreğine o yöne doğru dönüp ayaklarında bir kuvvet bulurdu. Rüzgarlar hayat bulurken nefesinden çıkan iklimde, kaç güneşi eritti o karanlıkta. 

Kendi yüzyılında varamamıştı dünyaya.

Geç kalmıştı hem gelmekte hem kalmakta hem gitmekte.

Ekmeğini hem tütüne hem türküye banardı. Limanlarındaki bütün gemiler kalkmış kalkmasına ama çölün hangi kumu bir limana açılırdı bilmiyordu.

Her gece bir şiirle uyanır, her sabah bir türkü ile uyurdu.

O dünyaya ilk adımını atana kadar hüznün bir ülkesi yoktu.

Şimdi ise adımlarından geriye kalan her yer büyük bir ülke...

Göğsünde saklayıp durduğu hasretler bazen taşardı gözlerine. İşte o vakit kaçardı diğer gözlerden.

Ve "Öldüğümde yorgun ve ihtiyar bir ruh ayrılacak genç ve dinamik bedenimden." derdi.

Bir ruh nasıl yorulur beden henüz genç ve dinamikken?

Darağaçlarında denemişti şansını ancak hiçbir darağacı taşıyamamıştı boynunu.

"Kurbet ve gurbet arasında bir harflik fark varken manaları arasındaki bu uçurum da neydi" diye söylenip duruyordu. 

İpek yolunda yük ve türkü taşıyan kervanlardan türküler almıştı. Dört mevsimi de dört kışa açılan seneleri vardı.