Az önce paslı parmaklarımla tütün sardım. Parmak paslanır mı demeyin, bu satırları pasımı atmak için yazıyorum. Gerçi tütünü kendim için sarmadım. Ben iki dudak arasına konulup ciğere çekilen herhangi bir şeyi kullanamıyorum. Zaten param da yok. Olsaydı üç beş kuruş için tütün sarmazdım. Bir süredir türküleriyle Aşık Veysel, getirdikleriyle de tütün beni hayatta tutuyor. Ama ben nefes aldıkça zehirleniyorum. Hayatta olmak, hayatta olmak için çabalamak beni öldürüyor. Kitaplar ise bir çabam olmasa bile öleceğimi söylüyor. Tüm bu çabalar daha hızlı ölmek için sanki. Çünkü bir meşguliyetin varsa zamanın nasıl geçtiğini anlamazsın. Ömür boyu, sürekli daha iyi imkanlarla hayatta kalmak için çalışan insanlar en hızlı ölen insanlar bana göre. Hatta beni geç, hayata göre de öyleler. Böyle düşününce ölmek için çabalamak yerine, tavanda sallanan bir ip ile veya şakağında kurşun büyüklüğünde bir delik ile hayatına son verenleri daha iyi anlıyorum. Sanırım onlar bizden daha çalışkanlar, her konuda.


Yine de bu yazının sebebi o çalışkan insanlar değildi. Ne olduysa o gün olmuştu çünkü. Birkaç hafta önceydi. Çok defa can sıkıntısı yaşamıştım ama bu defa farklıydı. Havanın soğuğuna aldırış etmeden sırtıma kabanımı, kulağıma Aşık Veysel’i alıp evden çıktım. Merdivenleri inerken “nereye” diye sordum kendime. Cevap gelmedi, zaten cevap da beklemiyordum. Sıkıntımı alacak herhangi bir yolu ev bilmeye hazırdım. Ellerim ceplerimde, caddeye bakan bina kapısından çıktım. Bir ara arkama bakıp kapıyı açık bıraktığım için vicdanımın sesini duyar gibi oldum. Her çıkışımda ellerim cebimde değilse kapıyı kapatırdım. Bu kez ellerim cebimdeydi ve akşam olmak üzeriydi. Devam edip caddeyi geçtim. Ara sokağa daldım. Hızlı adımlarla içimdeki can sıkıntısından kurtulmayı denedim. Başaramadım. İçimi geride bırakmalıydım bunun için. “Keşke kendimi de geride bırakabilsem ve içim sıkıntısıyla birlikte siktir olup gitse” dedim. İçimden. Bozuk dişlerimle yarım ağız güldüm kendime. Sonunda deli gibi kendi kendime konuşmaya da başlamıştım. Kafamı iki yana sallayıp kurtuldum delirmekten.


On yıl önce gecekondu olan, şimdilerdeyse çok da kentsel olmayan bir dönüşümün biçimsiz binalarının arasında yürüyordum. Kafamda çözülmesi gereken çok şey vardı. Yürürken hepsine birer cevap bulmayı umuyordum. Sanki bir yere yetişecekmişim gibi hızlı adımlarla yürüyordum. Oysa varacağım bir yer yoktu. Çünkü bu ruhsuz ara sokağın da dahil olduğu kocaman bir dünyanın içindeydim ve ben o dünyadaki yerimin neresi olduğunu bilmiyordum.


Biraz ileride kaldırımda oturan birini gördüm. Oturduğu yerden sağa sola sallanıp duruyordu. Gözlerimi kısıp baktım ama tanıyamadım, bizim buralardan değilmiş gibi geldi başta. Sonra düşündüm, alt komşumu tanımıyorken üç sokak ilerideki birini nasıl tanıyabilirdim. Yanından sessiz sedasız geçip gitmeyi düşündüm. O öyle düşünmüyordu. Yanından geçerken kafasını kaldırıp bana baktı. Ağzı sanki bir şeyler diyormuş gibi oynuyordu ama ses çıkmıyordu.


“Ne?” deyip biraz eğildim. Şimdi duyabiliyordum.


“Tanrıya rakip olabilmem için neye ihtiyacım var, biliyor musun?” dedi.


“Neye?” dedim.


“Bir kalem ve bir kâğıda.” Dedi.


Yarım ağız güldüm. Dişlerimi göstermeden.


“Keşke bunu kafan güzel değilken söylüyor olsaydın” dedim. O da güldü. Paramın olup olmadığını sordu. İşsiz olduğumu söyleyip yoluma devam ettim. O da gözlerini ayaklarının altındaki asfalta dikip oturduğu yerde sallanmaya devam etti.


Evden iyice uzaklaşmaya başlamıştım. Biçimsiz binaları, daireden bozma bir bakkalı, Yusuf abinin berber dükkanını ve cuma günleri kurulan kapalı pazarı geçtim. Birkaç tanıdığa ve bir tanımadığıma selam verdim. Sonraki sokakta biçimsiz binalarla tekrar göz göze geldik. Görmezden geldim. Geri döneceğim yol gittikçe uzuyordu. Bir yerden sonra geri dönmem gerekiyordu ama dönmedim. Caddeye çıkıp bir kafeye girdim. Gece yarısına kadar oturdum ve oralet söyledim. Bir ara garson gelip kapatacaklarını söyleyince hesabı ödeyip çıktım. Eve dönmek istemiyordum. Cadde üzerinde biraz dolaşıp bir sabahçı kahvesi aradım. Hastane yolu üzerinde bir tane buldum. Orada da oralet söyledim. Suyun kireçli olması oraletin tadını daha iyi yapıyordu. Sabaha karşı yan masada uyuya kalan bir dayıyı garson, “otel mi burası hemşerim” diyerek uyandırdı. Gün aymadan çıktım kahveden.


Yolun karşısına geçip ara sokaklardan birine daldım. Dört ara sokağın kesiştiği ayrımda bir seçim yapmam istendi. Yürümeye devam edip yorgun ayaklarımın ıstırabını devam ettirebilir ya da solumdaki 92 model, arka tamponu çamurlu kartalı geçip eve dönebilirdim. Istırabımı sevmiştim, kafamı kaldırıp yürüyeceğim yola baktım. Sağlı sollu park edilmiş araçların arasından ve tam olarak yolun alnından yürümeye başladım. Saat, sabah olmakla gecede kalmak arasında bir yerlerde sıkışmış, gökyüzü kızıla dönmeye başlamıştı. Benimse son bir saattir çişim vardı. Kahvede tuvalete gitmeyi düşünmemiştim. Çünkü mesanemin patlamak üzere oluşuyla bir derdim yoktu. İleride prostat olma ihtimalimle de öyle. Yine de ikinci bir dört yol ağzına vardığımda binaların arasından bir camii minaresi yol haritamla ilgili seçimi yapmıştı bile. Camii minaresinin göründüğü kadar yakında olmadığını üçüncü sokağın bitişinde fark etmiştim. Vardığım yer bir sokaktan çok meydana benziyordu. Camii, şehirlerarası dinlenme tesisleri gibi yol üzerindeydi ve sokağın sonunda caddeye çıkan trafik ışıkları vardı. Bir günah çamurundan yaratılan dünya sakinlerinin geçerken ruhlarındaki günahtan arınabilecekleri bir dinlenme tesislerini andırıyordu ya da bana hissettirdiği şey buydu.


Camiinin yetişkin bir insanın ancak bel hizasına ulaşan palmiye desenli boyasız duvarları vardı. Boş bir arazinin etrafını çevirip içerisi boş kalmasın diye camiyi arazinin ortasına kondurmuşlar gibiydi. Bahçesinde birkaç ağaç ve duvar diplerinde orda olduklarını kimsenin hatırlamadığına emin olduğum kurumuş fidanlar vardı. Demir kapının süngüsünü çekip inanç bahçesine girdim. Biraz ileride şadırvan, şadırvanın duvarında ise biçimsiz bir ok işareti gördüm. Ok işaretinin altında büyük harflerle W.C yazıyordu. Oku takip edip mesanemi patlamaktan kurtardım. Ellerimi yıkayıp eşofmanımın dizlerine sildim. Solumdaki duvarın palmiye deseninde bir karartı dikkatimi çekti. Karartının önünde bahçenin adını bilmediğim birkaç büyük ağacından biri vardı. Yaklaştım. Gördüğüm şey gözlerimden girip boğazıma düğüm oldu. Yutkunamadım. Karşımda, duvardaki bir palmiye deseninin altında dar eteği beline kıvrılmış biri uzanıyordu. Daha yakından bakınca başından akan kurumuş kan kör karanlıkta bile görülecek kadar belirgindi. Birkaç adım geri atıp polisi aradım. Hattın ucundaki ses yardımcı olacağı konuyu sorarken karşı binanın ikinci katında bir evin ışıkları yandı.