Bu öyle üstünkörü oldu bitti denecek türden bir eksiklik değil. Belki bu kayıp, kaybı da önemsiz kılıyor kişi için ama gel onu bir de bana sor. Amaçsız kalmak, böylesi bomboş hissettiren bir duygu daha var mıdır? Hissedememek de bir his midir daha doğrusu. Neyin eksik olduğunu görüyorum fakat o eksikliğin uzaklığından mı yoksa benim berhava çabalarımdan mıdır, ne de olsa uzağı yakın edemeyeceğim diyerek hiçbir girişimde bulunmaksızın kalıveriyorum olduğum yerde. Yoksa kıymet vermiyor muyum erişeceğim mutluluğa? Yoksa erişemeyeceğime kesin kes eminim de ihtimalsizliğin ağırlığı mı çiviliyor beni yerime?

Yarın ölecekmişim gibi yazmak istiyorum.

Cümlelerime de ket vuruyor bu koyvermişlik. Meşgalesiz bir yaşam.

Yalnız dünyaya değil kendime olan inancımı da yitirdiğimi görüyorum.

Eskiden bir solukta sayfa sayfa dökülürken şimdi cümlemin sonuna varamadan ağırlaşıyor ellerim.

Sürekli aklımda bir "ne için?" çınlaması.

Benim yakıtım ne?

Devam edebilmek için neye ihtiyaç duyuyorum ben? Asgari ihtiyaçlarımın tamamına sahibim, bende eksik olan ne? Peşi sıra birbirini kovalayan soru işaretleri ile deviriyorum günleri.

Hep kolay olmuştur benim için insanları anlamak. Herhangi bir cümlenin altında yatan niyet, bir kahkahanın samimiyeti, bir bakış, bir mimik... Vakti zamanında yaşamımı paylaştığım bir kadının beni aldattığını, arkadaşlarımız ile oturup sohbet ettiğimiz bir akşamüstü yakın arkadaşı ile bir anlık göz temasımız sonucu anlamıştım. Baktığımız yerde neyi aradığımız da önemlidir veya neyi görmek istemediğimiz. Ormanda bir başıma yürür iken çok kez bir ağaç kütüğü gözüme kurt gözükmüştür. Ama yeterince fazla vakit geçirirsen kütük ile kurdu ayırt etmeyi öğrenirsin. Bu tesadüfi bir önsezi olabilirdi. Ama bunu hakikat kılan şey benzeri durumların bir iki istisna ile sınırlı kalmayışı.

Bununla övünç duymuyorum, bu durum beni sezinlediğim tehlikelere karşı korumuyor, aksine haksız çıkmak adına üzerine gidip duruyorum o tehlikelerin. İnsanların dünyasına karşı merakımı yitirmeme neden olan durum bu sanırım. Sanılmasın ki hayatımın bir döneminde bana eşlik etmiş ve sevgi duyduğum bir kadının ihaneti neden oldu bu yozluğa. Aksine yaşanan bu nahoş durumu öylesine çabuk kabullendim ki sanki için için yanan aşkımın üzerine su serpildi de sönüverdi hemencecik. Bu, gönül ilişkilerimin belki de en iz bırakmayanıdır. İnsana bel bağlamamayı daha küçücük bir çocukken öğrenebileceğim en acı ve en gaddar biçimde öğrendim. Fakat benim insana merak duymayışım bu kötü anıların da öncesine, varlığımı duyumsadığım ilk zamanlara dayanıyor. O vakit de beni ilerisi için insanlara karşı koşullanmaya itecek herhangi bir durum olmamıştır. Velhasıl kelam ne isem o oldum şimdiye değin. Yaşımın genç, deneyimlerimin az ve o dönemler henüz yaşamamış olduğum dünyevi tutkuların cezbinden olsa gerek insanlara ve özellikle kadınlara karşı bir hayli meraklı idim. Gel gelelim şimdi kadın ve erkek benim için yalnızca insan demek. Bu durum her iki tarafın da bende uyandırdığı merakın birbirine eşdeğer olduğuna, yani ne kadında ne de erkekte keşfedecek herhangi bir giz bulamacağıma kanaat getirmemle sonuçlandı.

Bin bir çeşit yaşam, bin bir çeşit öncelik ve bir o kadar da kaygı dolaşıyor bu duvarların ardında. Her insan kendi yaşamının öznesi. Herkesi olduğu gibi kabul ettim ve hiç kimseyi, hiçbir ölçüde değiştirmek isteği ya da gereksinimi duymuyorum. Dışarısı benim için defalarca kez okunmuş bir kitap iken, bu dünyada bir türlü anlayamadığım tek insanla aynı odayı paylaşıyorum üç yüz yirmi senedir.

Öğretmek için değil, öğrenmek için yazdığını söyler Jean Jacques Rousseau.

Bir saat önce başladığım bu yazı, beni bir arpa boyu anca ilerletmiştir. O bile kafi.