Yakınımızdan ya da uzağımızdan birileri bu dünyadan geçip (kimi zaman göçüp) giderken geriye kalanlara baktık hepimiz. Kimisinin bir hırkasına takılı kaldı gözümüz, kimisinin saatine, kimisinin giydiği son kıyafetine. Benim koparılmış son takvim yaprağına takılmıştı gözüm, “son gün”. Tarihlerle aram hep iyiydi bu tevafuk da manidar.
Geride kalan şeylerin eskimişliği, yıpranmışlığına üzüldü kimisi bazen. Yeni şeyleri olmamışlara, çoğu vakti borçla, bazen dertle geçmiş olanlara “Gün göremedi.” dendi. Ama kimseye olmadığı kalbi için üzülmedik şimdiye dek, “Ah ne acı, sevmeyi bilmezdi, sevilmezdi de…” diye üzülmedik. Kimi zaman merhamet etmeyene sadece kızmakla kaldık, ilerisini gerisini sormadık. Zaten dünyaya ait olmuş ve ancak burada kalacak maddi şeyleri dert ettik bir kalbi kazanmayı etmediğimiz kadar. Başını sokacak bir evi olana ne mutlu; ya aynı evde baş başa kalacağı anne, baba, kardeş, eşi olan? O kıyassız bir şeye sahip.
Hayat telaşından sahip olurken unuttuğumuz, bakarken görmediğimiz şeyleri hatırlamadan gerçek mutluluğu hissetmek mümkün değil. Kimse bu dünyanın kolay ya da çok güzel bir yer olacağını söylemedi. Ya da -kişiye göre- tam tersini…
Güzel görmek isteyen güzel baksın! İyiyi duymak isteyen iyi söylesin! Kötülüklerden bunalmış olan iyilik yapsın! Kalbini ferahlatmak isteyen birinin kalbine dokunsun! Kalp maddi bi’ şey değil, gör ki verdikçe sen çoğalacaksın…