Bizi ele almak istiyor bu, şüphesiz! Birkaç günlük ömrüm kaldığını öğrensem diyorum, ne yapar ya da yapmazdım? Biraz karışmıyor değil kafam, ama kolayına kaçıyorum; 'ne yapmazdım'a cevap veriyorum. Zaten bunun da derdi bu değil mi? Bizi iradesiz ya da kararsız bırakmak.

Bense bir 'deli' gibi, tanımlanmalara doyamamış bu hayattan bihabermiş gibi ona rol kesiyorum. İnat değil mi?! Gerçi artık rolüme inanmaya başladım, ben zaten böyleyim, demeye yani. Bu defa da şu yüzden kafam karışıyor; senarist ve yönetmen aynı kişi mi acaba? Kısacası, illa bir şey bulursun huzurunu kaçıracak. Belli yerlerimizi doyururuz, o kolay. Hatta açlıktan ölmeyiz de. Ama evsiz ve paltosuzsak garanti edemem. Yine de doymayız, sanki bile bile doymayız; insanın canı dert istiyor, bir şeyi isteme derdi. Ulaşmak şöyle bir kenarda dursun. İstemek bedava.

Ya melankoli ya da istenci karşılama çabasının hazzı... Ya varırsak hedefe! Başa sarıyorum. Uzatma işte; ya otur evinde ağla ya da çık, rüzgar önce savursun göz yaşlarını, sonra da kurutsun iyiden iyiye. Ne acıdır bu, ölümden de acı; lütfen yarın öleyim de kurumasın göz yaşlarım. Ben buna izin vermem, versem de yönetmen keser orayı, güveniyorum ona. Evde mi oturuyorum, ağlamıcam. Rüzgarda hiç işim yok zaten. 'Finish'e varınca durcam, oturup ağlıcam. Varmıcam oraya, inat değil mi? Belki gözlerim daha kurumadan gülmeye de başlarım, söz veremem ama kesin öyle yaparım ben. Asla çaktırmıcam ona. Yok öyle, beni kontrol etmek! Doymamaya da doymicam, ama kimse anlamıcak.

Yarın ölecekmişim, ne çırpıncam. Sabah tütünümü sararım, kahve içerken çayın suyu kaynar, kahvaltıdan sonra hazırlanır işe giderim, yarın da ölürüm.

Hiç ölmeyecekmişim, yağmur çamur demicem, koşcam. At gibi, insanlar gibi koşcam, hiç ölmeyecekmiş gibi. İnat değil mi?!